12 Aralık 2014
Küresel güç mücadelesinde Türkiye

Putin’in ülkemize gelerek, tarihin en cömert ekonomik yaklaşımı gösterince, batıda kıyamet koptu. Şimdi gelen gelene, Fransa, İngiltere, AB, Papa, önümüzde ki günlerde diğerleri de gelecek.

AB ile geçmişteki bir olayı anımsatayım. Sovyetler Birliği döneminde Türkiye jeopolitiğine ihtiyaç duyan batılıların, Sovyetler Birliği dağılınca, artık ülkemize ihtiyaçları kalmamıştı. Ve Lüksemburg’da yapılan Avrupa Birliği Zirvesi’nde Türkiye’yi kovdular. Daha sonraki süreçte ABD Devlet Başkanı Clinton devreye girdi. Clinton, anılarında şöyle söz eder. “Alman Şansölyesini döve döve tekrar Türkiye’yi davet ettirdim.” Clinton sözlerine şöyle devam eder ki bu cümle çok önemlidir: “Avrupa Birliği’ne Türkiye’yi almasanız bile, en sağlam bağlarla Avrupa Birliği’nin, ekonomik sosyal ve hukuki yapısına bağlayın.” İşte Türkiye bu süreci geçiriyor ki yani alacakmış gibi yapacaklar ama almayacaklardı. Hatta İsveç Başbakanı, Alman Şansölyesi Merkel ve AB Genişlemeden Sorumlu Başkanı “Biz Türklere en aptalın anlayacağı şekilde, AB tam üyeliğe almayacağımızı söyledik” diyorlardı. Bu arada Rusya’nın benzer bir cömert teklifinin, Ukrayna’ya yapıldığının ve sonunun nasıl sonuçlandığını hatırlatalım. Ukrayna, AB ile sözleşme imzalamak istiyordu. Ancak ciddi finans desteğine ihtiyacı vardı. AB bu yükü göze alamayacağını söyleyince, Rusya devreye girdi ve Ukrayna’ya ihtiyacı olan parayı fazlası ile ödeyeceğini ve doğalgazda indirim uygulayacağı teklifini götürdü. Ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Yanukoviç’te AB ile sözleşmeyi askıya aldığında, bir gün sonra Ukrayna karıştı. Ne kadar Sorosçu ve faşist örgütler varsa ortaya çıktı. Sonuç malum.

Atlantikçilik mi Avrasyacılık mı? 
Küresel güçlerin mücadelesinde, fırsatlar da var, tehditler de var. Önemli olan bu süreci nasıl yöneteceğiz. Şimdi çıkarları, ticareti enerjiye bağımlılığı, Türk parasının ticarette kullanılabilir teklifleri ve daha niceleri ile gövdesi Avrasya’da, beyni ise Atlantik’te olan bir ülkedeyiz.

Mecliste görev alan tüm partiler Atlantikçidir, yani NATO’cudur yani AB’cidir yani ABD’cidir. Basınımızın çoğu Atlantikçidir. Üniversitelerimizin tamamı Atlantikçidir. Üniversitelerimiz Anglosakson kültüre egemendir. Bir tane bile Avrasyacı üniversitemiz yoktur.

Bu durumda Türkiye, sıcak para ile cari açığını finanse ederse, bütçe açığını bir şekilde karşıladığı sürece, Atlantikçiler daha avantajlıdır. 

Ancak Türkiye, ekonomik krize sürüklenirse ki yakın bir gelecekte bu olasılık çok yüksek, Avrasyacılık ön plana çıkar. 

Şimdi son soru…
Putin, Türkiye’ye gelirken, Sayın Cumhurbaşkanı ile tüm uluslararası ilişkilerde (Suriye, Ukrayna da, Kırım da, Güney Kafkasya da) çok farklı siyaseti olduğu bilinirken, bu tekliflerde samimi mi? yoksa Türkiye’yi, batıdan koparmak için yaptığı bir hamle mi? bu sorunun cevabını önümüzdeki haftalarda çözmek zorundayız. 
http://www.gozlemgazetesi.com/UserFiles/images/Habericerik/12-12-2014_17-49-54_1.png
Bir zamanlar Atatürk Cumhuriyeti

Önümüzdeki hafta, yerli malı haftası. Bugünlerde çoktan unutuldu. Benim çocukluğumda yerli malı ve tasarruf haftasının son günlerine tanık olmuştum.

Henüz emperyalizm ülkemize çullanmamıştı. Ancak sağlıksız süt tozları okullara dağıtılıyordu. Henüz ülkenin ürünlerine saldırı başlamamıştı. “Zeytinyağlı yiyemem aman basmada fistan giyemem aman” şarkıları piyasada yoktu.
Ya sonra, sonrası malum. Türkiye her şeyini, taze sebzeden meyvaya kadar, pamuktan, tütüne hatta fındığa kadar ithal eder hale geldi. Bugün İsviçre’de yılda bir değil, sürekli olarak yerli malı kullanma yasaları geçerlidir. İsviçre üreticisinin, ürettiği hiçbir malı ithal edemezler, ithal ederlerse çok ağır gümrük bedeli öderler.

Atatürk'ün Yerli Malı Hakkındaki Düşünceleri - Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası Kutlama Programı Etkinlikleri

Atatürk, ileriyi görebilen, gerçekten çok zeki ve başarılı bir lider ve devlet adamıydı. Zorluklarla kurulan bu devletin ileride yaşayabileceği tüm güçlükleri tahmin edip, önlem almaya çalıştı. Yüzyıllar boyunca savaşmış, ülkesini kurtarmak için elinde avucunda ne varsa harcamış bir Türk toplumu vardı Atatürk'ün elinde. Atatürk, bu fakir düşmüş halkın, dışarıdan ürün alacak kadar zengin olmadığını çok iyi biliyordu. Ayrıca kendi ihtiyacını üretemeyen, her şeyini dış ülkelerden karşılayan bir toplumun bağımsızlığından da söz edilemezdi. İşte tüm bunları fark eden Atatürk; yerli malını kullanmamız gerektiğini söyleyip kendisi de buna örnek olmaya çalışmıştır. Aşağıda okuyacağınız yazıda, Atatürk'ün yerli malı kullanımı konusundaki tavrını göreceksiniz.

Cemal Granda anlatıyor:
Yalova’da uzun süre kaldık. Akşamları Atatürk’ün sofrası yine konuklarla dolup taşıyor, birçok yurt sorunları bu sofrada görüşülüyordu. Bir akşam yerli malı kullanılması üstüne bir konuşma oldu. Herkes düşüncesini söylüyor, yurtta yerli endüstrinin gelişmesi için büyük bir kampanya açılması, herkesin yerli malı yemesi, yerli malı giyinmesi isteniyordu. Yerli Malı Haftası’nın açıklanışı da bu günlere rastlar. Atatürk, herkesin öne sürdüğü düşünceleri, her zamanki dikkatiyle dinledikten sonra: “Bundan sonra önder olarak benim de yerli malı kullanmam gerek. Gardıroptaki elbiselerimi getirin. Köşkün önünde yakın” buyruğunu verdi. Herkeste bir sessizlik… O şen, gürültülü sofra sanki bir anda mezar sessizliğine bürünmüştü. Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu. Sessizliği ilk önce, konuklar arasında bulunan Ulus Gazetesi Başyazarı Falih Rıfkı Atay bozmaya cesaret edebildi: “Paşacığım, elbiseleri yakmayın, birer tanesini bizlere verin. Biz de hatıra olarak saklayalım” deyince, Atatürk hafifçe gülümsedi: “Peki” dedi. Orada hazır bulunan herkese birer kat elbise verildi. Bir gün sonra Beyoğlu’nun tanınmış terzilerinden Arman, Yalova’ya getirildi. Atatürk, Köşk’tekilerin gözleri önünde yerli kumaştan elbiselerini kestirdi ve diktirdi. O olaydan sonra Atatürk, elbiselerini hep yerli kumaştan seçip Arman’a diktirmiştir. Bir daha İsviçre’den kumaş gelmedi.