Nerede o eski bayramlar

Başlıktaki bayramlar yerine istediğiniz sözcüğü koyabilirsiniz. Örneğin, Ramazanlar, çocuklar, okullar, tatiller. Belli bir yaşın üzerindeki insanlar için saymakla bitmez, nedense çoğumuz eskiyi özleriz, nedenini bilmeden, pek te araştırmadan. Örneğin “eski bayramlar” dediğimizde bayramlar derken nedir istediğimiz? Bayramlar mı? Çocukluğumuz mu? Aslında bayramlar tam da yerinde duruyorlar, olması gerektiği yerde, yani o günlerde. Eğer her zaman her şey aynı kalsa idi hayatın devamlılığının bir anlamı kalır mıydı? Oysa yaşam koşulları sürekli değişiyor, biz olumlu olanları alıp kabulleniyoruz, olumsuz olanları, daha doğrusu öyle düşündüklerimizi bir türlü içimize sindiremiyoruz. Olayların biçimlerini çağın koşulları benimser, geçimin zor sağlandığı günlerde sadece bayramlarda bir ayakkabı sahibi olan, hep dilimizde olduğu gibi bayram arife gecesinde “bir eli ayakkabısında” uyuyan çocuğun mutluluğunu, bugün her gerektiğinde ayakkabı alabilen bir çocuğun duymasını bekleyebilir miyiz? Ya da sağlayabilir miyiz? Nedir bizim gözümüzde Bayram? Mutluluğumuzun doruğa ulaştığı, istediğimiz birçok şeyi özgürce yapabildiğimiz günler değil mi? Örneğin sabah el öpülüp alınan mendil içinde harçlıklar, o harçlıkların, belki çok hesaplı birkaçımızın dışında, bayram yerlerinde, sokaklarda arkadaşlarımızla beraber başka hiçbir şey düşünmeden özgürce harcanması, yeni elbiselerimizle dolaşıp akranlarımıza caka yapılması mıdır?  O zaman bugünkü çocukların her günü bayram, yok, yanlış anlaşılmasın her gün bayram da çocuklarımızın aklı fikri yerinde. Harçlıksa bayram beklemeye gerek yok, her an alınabilir, bayram yerine gitmekse, yaşadığımız hemen hemen her yerde o günlerin bayramyerlerinden daha eğlenceli, daha keyifli yerler var.

Burada ana konu hayattan beklentiler ve ne zaman karşılandıkları, eğer bizler ve bizden önceki nesiller istediğimiz özgürlüğü sadece bayram günlerinde yaşıyorsak elbette bizim bayramımız, o günlerdir. Neden bu günkü çocukları eleştiriyoruz ki? Bizim bayram kabul ettiğimiz günlerde yaptıklarımızı, yaşadıklarımızı onlar her gün yapıyorlarsa neden özel olarak mutlu olsunlar ki?  Bize bayramda alınan yeni bir ayakkabı, ceket, futbol topu ile sevinçten havalara uçabilirdik. Şimdi ise bir çocuğun bilgisayarın veya cep telefonunun modelinin değişmesi bile bizim duyduğumuz mutluluğu yaşatmıyor, belki seviniyorlar ama bizim kadar mutlu olamıyorlar, olamazlar da.
Bir de tatillerde bir arada olunması konusu var, belki benim bir an da olsa takıldığım konulardan biri ama konuyu özelleştirmeyeceğim. Bundan elli yıl önce yaşam koşulları böyle miydi? Her sene mutlaka yaz tatili yapılır mıydı? Denize sıfır oteller, dağda kayak yapmak, denizde sörf yapmak, turlarla Avrupa gezisi kaçımızın hayaliydi ki? Hayal bile etmezdik, beklemezdik, umut etmezdik ve yapamıyoruz diye de kahrolmazdık, hatta üzülmezdik bile. Beklentimiz bunlar değildi, reklamlar, promosyonlar aklımızı çelmezdi. Bizim bayramımız aile büyükleri ile bir arada olunmasıydı, hayal edilmesi mutluluk veren, ulaşılması kolay, özel bir harcama istemeyen bir beklenti. Büyüklerimizden öyle gördüğümüz en önemlisi çevremizdeki bütün arkadaşlarımızın dostlarımızın yaptığı gibi. Bayramın birinci günü önce anneanne ve dedemize, sonra babaanne ve dedemize bazen de tersi sırayla gidip ellerini öpmek, harçlıklarımızı almak, sonra akraba ziyaretlerine gitmek, sonra ilk fırsatta sokaklar, oyun yerleri. Biz çocuklar pek hissetmese de büyüklerin uzun zaman görüşmedikleri akrabaları, dostlarıyla hasret gidermesi bayram gününe özgüydü.

Özlem giderme dedik ya, iyi mi, kötü mü karar veremiyorum, artık öyle bir duygumuz da kalmadı. Aç cep telefonunu Teyzenle, amcanla konuş, tabii eğer öyle bir istek duyuyorsan. Veya aç bilgisayarını Brezilya’da çalışan dayınla görüntülü konuş, elbet yüz yüze konuşmanın yerini tutmaz ama hasretin de azalır. Kısacası artık özlem giderme için çok kimse bayram beklemiyor, bir kol saati sahibi olmak için bayrama gerek yok ve bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz, eh, bu durumda bayramlar da o beklediğimiz tadı vermiyor. Belki de bayramların çok fazla anlamı da kalmıyor. Bizim bayramlarımız coşkuydu, mutluluktu, heyecandı, bugünkü çocukların ve hatta yetişkinlerin bayramı ise tatil kaç gün? Bu bayram nereye gidiyoruz? Hepsi bu.

Bayram deyince bir şiirimin kısa bir bölümü bu duyguları anlatır mı acaba?

Bir zamanlar biz de çocuktuk,
Bayram sabahları ne mutluyduk.
Erken kalkar,
Tertemiz giyinir,
El öper, mendil alırdık.

Uçsuz bucaksız sandığımız,
Bahçelerde koşar,
Oyunlarla coşardık.

Aradan yıllar geçti,
Yıllar geçti.
Biz büyüdük,
Bahçeler küçüldü.
Oyunlar uzaklarda kaldı.

Biraz konuyu değiştirelim, “bayram” sözcüğü yerine “çocukları” koyalım. Geçenlerde televizyonda bir dizinin tanıtımı yapılıyordu, şöyle bir cümle geçti, “onlar sokakta oynayan son nesil”. Sokakta oynamak? Birçok çocuk bunun anlamını bile bilmez, çocukların hatası değil bu, yaşam koşullarının getirdiği bir şey.  Sokakta niye oynanır? Evde yapacak çok şey yoktur, eğlenmek için tek seçenektir. Sokağa çıkarsın, saklambaç, körebe, yakartop ve adını bile hatırlayamadığım birçok oyun oynarsın. Gelin burada biraz “empati” yapalım, yani kendimizi çocukların yerine koyalım. Ben çocuğum, evde bilgisayar var, televizyon var, oyunlar, filmler, diziler var. Oturup onlarla mı vakit geçiririm? Yoksa sokağa çıkıp arkadaşlarımla oyun mu oynarım? Yaşı çocukluğu çoktan aşmış bizler için sokağın zevki hâlâ beynimizin kıvrımları içinde bir yerlerde kalmış olmasından bir an tereddüt ederiz ama eminim ki “son kararımız” evde kalmak olur. Öyle olmasaydı akşamları “komşulara gitmek” yerine televizyonlardaki birkaçı hariç, uyuşturucu etkisi olan dizileri izliyoruz. O zaman niye çocuklarımızın sokakta oynamamalarına içten içten şaşırmış gibi yaparız, onların bildiği eğlenme, vakit geçirme şekli bu.

Hani biz teknik insanlarız ya, biraz da işe bilim katalım. Biliriz bizim gördüğümüz, fark ettiğimiz dünya üç boyutludur. Ama bilim kurgu filmlerinde dördüncü hatta beşinci boyuttan söz edilir, dördüncü boyut “zaman”dır, tartışmaları halen süren beşinci boyut ta “düşünce”dir. Toygar Akman “beşinci boyut” tezi ile insanın; şuurunu, sezgisini ve tüm bilgi yapısı ile "evrende beşinci bir boyut" olduğunu belirtmeye çalışmıştır. İlk üç boyutta her şey çok kolay, bayramların, ramazanların, çocukların tanımı tek, herkes yaşadığını biliyor, onun doğru olduğuna inanıyor. İşin içine dördüncü boyut olan zaman girince iş karmaşıklaşıyor, her zamanın kendine göre tanımı farklı. Hele bir de beşinci boyut olan düşünce girince tamamen değişiyor. Her düşüncenin tanımı da ayrı, bu konuyu fazla derine dalmadan burada kapatalım, sonrası bizi aşar. Ama herhâlde bir konu açıklığa kavuşmuş oldu, kimse “nerede o bayramlar” falan demesin, onlar yerinde duruyorlar, eminim ki hallerinden de memnunlar. Her zamanın, her düşüncenin bayramı ayrı, hepsi kendine özgü, belki de o anı yaşayan herkes için güzel. Biz ise zamanıyla, düşüncesiyle kendimize ait olanı arıyoruz, belli ki bulamayacağız.

Zaman ve düşünce boyutu deyince aklıma yaşadığım bir anı geliyor. Bizim yaşımızdakiler bilir, her ne kadar son dönemleri de olsa çocukluğumuzda Karagöz Hacivat izlemişizdir, sonraları ortadan tamamen kayboldu. Beykoz’da bulunduğum bir yaz gününde çayırda “Beykoz Festivali” yapılıyordu, programda Karagöz Hacivat ta vardı. Bir an eski günleri özlemişim her halde, kardeşim Sinan yanımdaydı, “ne güzel, şimdiki çocuklar bilmez değil mi?” demiştim. Sinan çocuk tiyatroyu yönetmenidir ve çocukları benim anlama boyutlarımın dışında delicesine sever. “Yok” dedi, “bir saate yakın bir süre ayırmışlar, çocuklar ilk on dakikadan sonra izlemezler”. Şaşırmıştım, nedenini sordum, “teknoloji çağında yaşıyoruz, şimdi çocuklar üç boyutlu filmlerde çekim hatalarını buluyorlar, Karagöz Hacivat’ın ‘bıy, bıy’ları onlara hitap etmez dedi.

Düşündüm çok haklıydı, aklıma yıllar öncesinin bir oyununun birkaç cümlesi geldi;
“Karagöz: Hacivat gel seni imtihan edeyim, ‘Yakbizu’ ne kelimedir?
Hacivat: Bulsam yerdim ama nerede?
Karagöz: Ne bulsan yerdin, ben sana ne dedim, sen ne diyorsun?
Hacivat: ‘Ye karpuzu’ demedin mi?”

Ben bu konuşmaya kahkahayla güldüğümü hatırlıyorum ama Sinan’ın dediği çok doğruydu, bugünün çocuğu bu espriye gülmez ve de gülmüyor. Onlar bilgisayar çocuğu, iki yaşındakiler bile ekranlara dokunarak, ekranı kaydırarak oyun buluyor ve oynuyor, üstelik benim anlayamadığım bir mantık kullanarak. Alın size zaman ve düşünce-bilinç boyutlarının bir örneği. 

Bazı duygular vardır, o duyguları yaşarken için yanar, yüreğin burkulur, gözlerin dolar ama yine de hoşnutsundur. Nostalji, haydi daha açık yazalım geçmişe özlem böyledir.  O günleri, yaşanmışlıkları anacağız, sevgiyle yâd edeceğiz ama onları bugüne taşıma gibi bir düşünceyi asla taşımayacağız. Günümüzün koşulları ve kabullenme biçimi bu, peki aynen kabul edebiliyor muyuz? Şu ana kadar düşündüklerimiz gerekçeler, her ne kadar doğru da olsalar, her zaman doğrular mutluluk vermiyor ki. Ben hüzünlerden de mutluluk çıkarmayı seviyorum, bazen herhangi bir nedenle düşüncelere, özlemlere dalsam, mahzunlaşsam, bir soran olsa şöyle diyorum. “Dokunmayın, beni hüznümle baş başa bırakın, ben onlarla mutluyum.” Kendi hesabıma bayramlarda çoluk çocuk bir arada olmayı seviyorum, özlüyorum, anamla gerektiğinde her gün konuşsam da bayramda elini öpmek başka, keşke babacığım da yaşasaydı da onun da elini öpebilseydim. Her zaman kabrinin başına gidip sohbet etsek te bayram sabahı gitmek başka.

Ancak bu düşünceler sadece bana ait, biz böyle düşünüyoruz diye çocuklarımızdan, torunlarımızdan bunu istemeye hakkımız yok. Varsın bu bize ait bir duygu olarak kalsın. Dünya her gün değişiyor, kurallar, koşullar, beklentiler de değişiyor ve değişecek.

Katkım olan kitaplar sayfası