Karanlığı özlemek

İnsan karanlığı özler mi? Hiç aklınıza geldi mi böyle bir soru? Benim uzun bir zamandır hiç aklımdan çıkmıyor. Yıllardır ışıklara boğulduk, her bir yanımız ışıl ışıl, karanlık geceleri özlüyorum, yıldızları özlüyorum.

Ben çocukken karanlıktan korkmazdım, daha doğrusu korkulup korkulmayacağını bile küçücük aklıma getirmemiştim, sabah oluyor sonra da akşam oluyordu, günün yarısı aydınlık yarısı da karanlıktı, korkacak ne vardı ki. Bir an, sadece bir anda her şey değişti. Ne zaman o deprem oldu işte o gün karanlık korkusu ile tanıştım. Yıl 1963 üç katlı ahşap bir evde oturuyorduk, alt katta mutfağı, orta katta oturma odası ve tuvaleti, üst katta da iki odası olan gıcırdayan ahşap merdivenli bir ev. Gıcırdayan dedim ya, gerçekten biraz hızlı çıktığımızda alt basamaktan en üst basamağa kadar merdiven değil bütün ev gıcırdardı, ama biz alışmıştık, köyde Ağababa’mın anneannemin evi de öyleydi, Emirgan’da teyzemin evi de öyleydi, bana göre bütün evler de böyleydi. Ne zaman o deprem oldu bütün dünyam değişti, akşamüzeriydi birden evin tamamı gıcırdamaya başladı, merdivenden koşan kimse de yoktu ama sanki evin bütün tahtaları yerinden oynuyor, bütün çivileri dans ediyordu. O an anlamadım korktuğumu, deprem bittikten sonra her zaman sempatiyle baktığım ahşap evimiz bana çok farklı görünmeye başlamıştı. Merdivenlere basmaya korktum, sanki ev yeniden sallanacakmış gibi geldi ve o günden sonra özellikte karanlık çöktüğünde önce merdivenlere basmaya sonra da üst katlara çıkmaya cesaret edemedim.
           
Aradan çok yıl geçti, evimi, köyümü ardımda bıraktım, başka şehirlere yerleştim. Bir akşam kızımla birlikte Dikili’den İzmir’e dönüyoruz, karanlık iyiden iyiye çöktü, güzel bir bahar akşamıydı, dışarıda yıldızlar şıkırdamaya başlamıştı. Öyle özlemişim ki yıldızları, çevresi ışıksız bir yer aradım parıltılarını daha iyi göreyim diye. Her yerde bir ışık var, oysa ben hiç aydınlık istemiyorum, kör karanlık olsun gökyüzüne bakayım, bütün yıldızları göreyim. Epey gittikten sonra tam istediğim gibi bir yer buldum, farları söndürdüm, kızımla dışarıya çıktık, arabaya sırtımızı yasladık gökyüzüne seyre daldık. İşte bu, tanıdığım bütün yıldızlar tepemizde, keyifle kendimden geçerken kızımın sesiyle kendine geldim. Hafifçe ürkmüş, belki biraz korkmuş ama çoklukla dalga geçer gibi, “Baba yıldızlar için gerçekten çok güzel bir yer bulmuşsun, burası mezarlık!” Ne yapayım daha karanlık bir yer bulamamışım demek ki.

Yine yıllar sonra İstanbul’dayım, 17 Ağustos 1999. Tarihi niye unutmadım? Kimse unutmadı ki. Bir nedenle anamın babamın evindeyim, ertesi gün de İzmir’e döneceğim, gece olunca herkes odasına çekildi, yattık. Gecenin bir saatinde kalktım, tuvalete gittim, yatağa döndüm, yeniden yattım ama uyku tutmadı hemen uyuyamadım. Sağa sola dönerken birden derinden gelen bir sarsıntı, önce ne olduğunu anlayamadım. Yatağımda doğruldum, bu bir deprem, çocukluğumda olduğu gibi. Sarsıntı sürekli artıyor, pencereye doğruldum, cam zaten açık perdeyi açtım, sokak ışıkları, evlerin ışıkları hepsi yanıyor. Gayrı ihtiyari gökyüzüne baktım, ışıkların yukarıya doğru yükseliyor sanki grimsi bir loşluk var üstümüzde. Bu arada sarsıntı hala devam ediyor, bu deprem daha ne kadar sürecek derken bir şey oldu, ne olduğunu anlayamadım ama birden gökyüzü ışıl ışıl aydınlandı. Aşağılara baktım her yer kapkara, elektriklerin tamamı gitti ama gökyüzü inanılmaz pırıltılı. Birden salonun kapısı açıldı, babamla annem, ancak uyanıp fırlamışlar yataktan. Ben zaten uyanık olduğum için benden epey bir zaman sonra depremi duymuşlar. Hep beraber dışarıya bakarken sarsıntı yavaşladı, durdu. Sonra üst kattaki kardeşim, eşi ve çocukları indiler aşağı. Biraz sakinleştikten sonra terasa çıktık, elektrik olmadığı için televizyon yok, küçük bir el radyosu aldık elimize oturuyoruz. Gökyüzü ışıktan bir kubbe gibi üstümüzde, neredeyse bizi aydınlatıyor. Bir süre sonra radyodan bir anons duyuldu, “Depremin İstanbul’da etkili olduğu haberleri alınıyor, Sefaköy civarında hasar olduğu sanılıyor.” Ancak ertesi gün öğrendik depremin boyutlarını. Bir jeneratörümüz vardı, çalıştırdık televizyonu açtık, haberler var. “Deprem Adapazarı, Gölcük ve Yalova’da büyük yıkıma yol açtı. Kayıp sayısının beşyüzü aşmasından endişe ediliyor. Birkaç gün sonra onbeş bin oldu. O depremden bana kalan en büyük anı, sarsıntı veya korku değil. İnanılmaz parlak yıldızlar ve yeryüzüne ışık saçan bir gök kubbe.

Yıldızlarla ilgili anılar çok değil, bir tanesi de Dalyan gezisi sonrasında Köyceğiz gölünde yaşandı. Motorla dolaşma bitti, akşamla birlikte karanlık çökerken, gökyüzü aydınlanmaya başladı. Önce tentenin altında fark edemedim, yemeklerimizi yedik, sonra teknenin üstüne çıktık, inanılmaz! Çok özlemişim, yıllar sonra gökyüzü yine ışıktan bir kubbe. Yattım sırtüstü, baktım, baktım doyamadım. Neden sonra teknenin motorunun sesiyle birlikte bir rüyadan uyandım, dönüşe geçtik. Sonra Dalyan’ın renkli gecesinde yine unutuldu, uygarlığın aydınlığına kapıldık.

Şimdi ne durumdayız? Durum her geçen gün daha kötüye gidiyor. Küçük bir örnek vereyim. Gece oldu, yatacağız, ışıkları kapattım uyumaya çalışıyorum. Camdan sokak lambasının ışığı geliyor, uyku tutmadı kalkayım diyorum, başımı çevirince cep telefonunun soluk ışığı, biraz salona ineyim diyorum, merdiven başına geliyorum, doğal gaz detektörünün ışığı, arkasından kapı otomatiğinin bir kırmızı bir sarı ışığı gözümü alıyor. Salona giriyorum televizyonun altında minik bir ışık, onun da altında DVD cihazının mavi ışığı, yanında anten yükselticisinin kırmızı ışığı, onun da altında dekoderin saati gösteren ışıklı rakamlar. Bir bardak su alayım, mutfağa giriyorum, buzdolabının önünde bir ışık var ki gece lambasına gerek yok, öylesine parlak. Bir yerde bilmem hangi cihazın şarj aletinin gözümü alan ışığı, sanki o ışık biraz daha soluk olamaz. Camdan ya da balkondan bakıyorum, körfez sanki bir ışık denizi, ne yalan söyleyeyim çok ta güzel görünüyor. Ama başımı ufuktan biraz yukarıya kaldırdığımda hep aynı grimsi lacivert bir boşluk, eğer varsa ay tek farklı renk, gece çok geç olmadıysa belki çok soluk bir çoban yıldızı, hepsi o kadar. Yine nereden geldiyse çocukluğumdan bir filim şeridi gözlerimin önünde. Köyümüzde, Akbaba’yız, evde yaşam olduğuna göre 1960 öncesi olmalı. Her gittiğimizde bize ayrılan odada yatıyoruz, tuvalete gitme ihtiyacım oldu, kalktım, alışkınım karanlıkta dolaşmaya, odadan çıktım, taşlık dediğimiz holde duvardaki bir rafta idare lambası devamlı yanıyor, idare dediğimiz gaz lambasının küçüğü, bulunduğu alanı tamamen aydınlatmasa da çevresini gösterir, gece için yeterli. Aldım idare lambasını, tuvalet iki kat arasında, basamakları çıkarken idare lambasının soluk ışığında gölgeler sürekli yer değiştiriyor, şekilden şekle giriyor. Her zaman çok hoşuma giderdi, zaman zaman lambayı sallar, oynatır, kendimce gölgeleri yönetirdim. Tuvaletin küçük bir penceresi var boyuma göre yüksekte olduğu için sadece ağaçların dalları, yapraklar ve gökyüzü görünüyor. Çevrede hiç yapay ışık kaynağı olmadığı için duru, saf ve katıksız bir karanlık. Nereden bilecektim elli yıl sonra bu karanlığı özleyeceğimi, aklıma dahi getiremezdim.

Aklıma yıldızlı günlerim geliyor. Adını ilk öğrendiğim takımyıldızlardan biri Orion, Türkçe adıyla avcı takımyıldızı, en rahat görünen toplam yedi yıldızı var, üst ve altta ikişer, ortada birbirine daha yakın üç yıldızdan oluşuyor. Özellikle kış aylarında çok net görünür, en parlakları üst sol köşede Betelgeuse, alt sağ köşede Rigel yıldızı, ortada yan yana gibi duran üç yıldızın altında da M42 nebulası, yani milyonlarca yıldızdan oluşan bir “bulutsu”. Hayal kurmak mı istersin? Bir noktaya bakarak alabildiğine kur hayallerini. Neden bilmem gökyüzünde görmekten en hoşlandığım takımyıldız bu. Antik uygarlıklara duyduğum ilgi de neden olabilir buna, antik çağın birçok uygarlığı Orion üzerine araştırmalar yapmış, bugüne öyküleri gelmiş. Hatta denir ki Mısır piramitlerinin yerleşimi Orion takım yıldızını andırır. Hep düşünürüm oralarda birileri varsa, bizim uzaklardan kendileri için ürettiğimiz öyküleri duysalar ne hissederlerdi acaba?

Sonra okul çağlarından beri bildiğimiz için olsa gerek, biraz harcıâlem gelen, yani tanımanın çok özellikli olmadığını düşündüğüm “büyük ayı” ve Kutup yıldızını da kepçesinin sapında bulunduran “küçük ayı” takımyıldızı en kolay bulduğum yıldızlar.  Çok zor buluyor olsam da sadece adını çok sevdiğimden dolayı “Andromeda” da favori takımyıldızlarımdan biriydi.

Ya yerdeki yıldızlarım, ateş böcekleri nerede? Haziran ayının ikinci yarısında kendi bahçemizde fındıkların dibinde, köyümüzde dere kenarında böğürtlenlerin arasında peşinden koştuğumuz o muazzam böcekler. Büyülenmişçesine izlerdik çevremizde uçuşlarını. Yavaş uçtukları için bazen iki avucumuzun arasına alır birkaç saniye tutar sonra hemen bırakırdık. Asla zarar vermek istemezdik, hayranlıktan doğan, bir yerde yazılmamış ama bütün çocuklar tarafından tartışmasız uygulanan kutsallıkları vardı sanki. Bir hafta on gün uçuşur sonra birden kaybolurlardı. Uygarlığımızın ışık denizinde onlar da bizi terk ettiler.

Karanlık korkum mu? Çoktan bitti, gitti. İlk korkumdan birkaç yıl sonra kendi evimiz olan yeni kooperatif evine taşınmıştık. Elektrik ve su yoktu, bu koşulda istersek evimize geçebileceğimiz söylenmişti. Zaten zor geçiniyorduk, kiradan kurtulmak için elektriği ve suyu olmayan evimize sevinçle taşınmıştık. Altı ay sonra elektriğimiz gelene kadar gaz lambası ile oturduk. Suyu da yakındaki bir kuyudan taşıyorduk. Kuyu “Zeynel Ağa’nın çiftliği” diye anılan bir çiftliğin içindeydi, bir gün kuyudan su çekmeye çalışırken o zaman bana çok esrarengiz gelen “Zeynel ağa” ile karşılaştım, Yaşlı, oldukça zayıf ama dinç görünen, şalvar pantolonlu, gömlek üzerine yelek giymiş, başındaki başlığın üzerine sarık benzeri bir şey sarmış bir adam birden bire başımda beliriverdi. Güleç yüzlüydü, bir bakışta rahatça konuşabileceğimi hissettim ama yine de  çekinerek sordum, “Kuyunuzdan su alabilir miyim?”, gülümseyen bir yüzle yanıtlamıştı, “Allah’ın suyunun izni mi olur? Ne kadar isterseniz alabilirsiniz, yeter ki suları yerlere döküp ziyan etmeyin”. Sonra çok uzun bir süre hep evimizin suyunu o kuyudan taşıdım. İşte o günlerde bir gün karanlıkta su taşırken baktım, artık karanlıktan korkmuyorum. Çok sevinmiştim, korkum geldiği gibi birdenbire gittiği için. İki yıl sonra da evimize su bağlandı. Çok sonraları uygarlığın! artmasıyla ve Zeynel ağanın ölümüyle birlikte yıldızlar gibi çiftlik te kayboldu, yerini ucube bir gecekondu yığınına bıraktı. O kuyu da artık yok, yerini bile tam hatırlayamıyorum.

Şimdi oturduğumuz evin balkonunda müthiş bir körfez manzarası ve gökyüzü var, bazen bir amatör teleskobum olsa da eskisi gibi yıldızları gözlesem diyorum ama artık onlar yoklar, bizi terk edip kentlerin çok uzaklarına gittiler. Nedense biz onlara yaklaştıkça onlar bizden uzaklaşıyorlar. Gökyüzünde çoban yıldızından başka tek pırıltı inişe geçen veya yeni kalkmış olan uçakların kanatlarındaki ışıklar, ama onlar da çok gürültülü.

Katkım olan kitaplar sayfası