Tarık Dursun K

1931 yılında İzmir'de doğmuş olan yazarın annesi, Neriman Ayşe Hanım babası ise Mehmet Halit Kakınç"tır. Kakınç olan soyadını kullanmasının nedeni, II. Dünya savaşı yıllarında babasının evi terk etmesi ve ailesini hiç arayıp sormamış olmasıdır. Soyadını K. olarak kısaltmasının sebebi ise kardeşi Faruk Kakınç'la beraber girdiği bir yarışmada soy isimlerinin karışması sonrası K. olarak değiştirmiştir.

Babasının evi terk edip gitmesi üzerine çocukluk yılları yoksulluk içinde geçmiştir. İlkokulu İzmir ve Ankara'da tamamlamış, Ortaokul yıllarındayken okulu bırakmıştır. Fakat ortaokulu dışarından imtihan vererek bitirmiştir (1950) Düzenli bir eğitim alamayan yazar babasının olmaması nedeni ile çocukluk yıllarından itibaren çalışmak ve hayatını kazanmak zorunda kalmıştır. Bir süre gazete dağıtıcılığı, seyyar köftecilik, otobüs biletçiliği, muhasebe yardımcılığı, memurluk gibi işlerde çalışmış, İzmir Anadolu gazetesinde başladığı gazeteciliğini Ankara ve İstanbul'da da sürdürmüştür.

Yazarlık hayatına başlaması gazetecilik alanında iş bulması ve çalışması sayesinde gerçekleşir. 1949 yılında İzmir'de Anadolu gazetesinde sinema eleştirileri yazmaya başladı. Sanata 1949 yılında şiirle başlamış, 1951'de Cengiz Tuncer ile "Devrialem" isimli ortak bir şiir kitabı yayınlamıştır.

1950'de ortaokulu bitirdikten sonra, öğrenimine devam etmeyerek erken yaşta hayata atılarak çok çeşitli işlerde çalışmış, Çok çeşitli işlere atıldıktan sonra gazetelerde çalışmış, senaryo yazarlığı ve rejisörlük yapmıştır. Sonra sırasıyla Yeni Gün, Ankara Ulus, Yeni İstanbul ve Vatan gazetelerinde gündelik yazılar yazdı. Pazar Postası ve Akis dergilerinde sinema eleştirileri yazarak yazarlık hayatına başlamıştır. Eleştirmen Ali Gevgilili ile birlikte aylık Yeni Sinema dergisini çıkarttı. Senaryo yazarlığı ve rejisörlük yapmıştır.

1962'de Aramıza Kan Girdi filmiyle rejisörlüğe başlar. Korkusuz Kabadayı (1963), Cehennem Arkadaşları (1964), Kelebekler Çift Uçar (1964) filmlerini çekmiştir.

Güzel Avrat Otu" hikâye kitabı ile 1961 Türk Dil Kurumu Armağanı'nı, Yabanın Adamları ile 1967 ve "Ona Sevdiğimi Söyle" ile de 1985 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, "Kurşun Ata Ata Biter" romanı ile 1984 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, "Ömrüm Ömrüm" hikâye kitabı ile 1987 İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü'nü, "Ağaçlar Gibi Ayakta" ile de 1991 Yunus Nadi Yayımlanmış Roman Armağanı'nı aldı.

Çeşitli ödüller alan Tarık Dursun K. halen Eskifoça'da yaşamaktadır. Kardeşi Faruk Kakınç'la beraber girdiği bir yarışmada soyadlarının karışması neticesinde soyadını K. olarak değiştirmiştir.

1969 yılında Kurul Kitapevi'ni açmış, Milliyet gazetesinde kitap tanıtma yazıları yazmış, Milliyet Yayınları'nı yönetmiştir. 1973 yılında Günümüzde Kitaplar adlı bir dergi çıkarmış, 1975 yılında Koza Yayınları'nın kurucuları arasında yer almıştır. 1969'da Kurul Kitapevi'ni açmış, Milliyet gazetesinde kitap tanıtma yazıları yazmış, Milliyet Yayınları'nı yönetmiştir. 1973'de Günümüzde Kitaplar adlı bir dergi çıkarmış, 1975'de Koza Yayınları'nın kurucuları arasında yer almıştır.

1969 yılında Kurul Kitapevi'ni açmış, Milliyet gazetesinde kitap tanıtma yazıları yazmış, Milliyet Yayınlarını yönetmiştir. 1973 yılında Günümüzde Kitaplar adlı bir dergi çıkarmış, 1975 yılında Koza Yayınları'nın kurucuları arasında yer almıştır. 1969'da Kurul Kitapevi'ni açmış, Milliyet gazetesinde kitap tanıtma yazıları yazmış, Milliyet Yayınları'nı yönetmiştir. 1973'de Günümüzde Kitaplar adlı bir dergi çıkarmış, 1975'de Koza Yayınları'nın kurucuları arasında yer almıştır.

Tarık Dursun, 11 Ağustos 2015 saat 16.00'da akciğer yetmezliği sebebiyle hayata gözlerini yumdu. Cenazesi Çiğli Mezarlığına defnedilmiştir.

EDEBİ YÖNÜ
Yayın hayatına başladığı günlerde 1950 Kuşağı'nın verimli ve hareketli kalemlerinden biri olarak görülen yazar ilk yapıtlarında ve sanayileşmenin ivme kazandığı bir dönemde İzmir ve diğer Ege kent ve kasabalarının emekçi mahallelerinde yaşayan insanların gençlik serüvenlerini, cinsel dünyalarını ele alan çok çeşitli konularda eserler yazıyordu.

Sonraki eserlerinde döneminin moda olmayan başlayan konularına doğru yönelmeye başlamıştı. Eserlerinde değişik konulara değinen, Tarık Dursun K. ilk romanı olan Ali Rıza Bey Aile Evi'nden başlayarak İnsan Kurdu, Sabah Olunca, Denizin Kanı, Alçaktan Uçan Güvercin'de emekçilerin yaşayışları ve geçim sıkıntıları üzerinde durmuştur. Kopuk Takımı'yla, Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü'nde Almanya'ya başlayan göçü ele almıştır. Daha sonra yazdığı Bağışla Onları ve Ağaçlar Gibi Ayakta ise tiyatro sanatçılarının yaşayışlarına yönelik romanlardır. Toplumsal konulu romanlarına Kurşun Ata Ata Biter adlı romanını da eklemek gerekir.

Daha sonra hikâye yazarlığına başlayan yazar, konularını gençlik serüvenlerinden aldığı kısa öyküler yazmıştır. Sonraki eserlerinde daha sosyal boyutları öne çıkan roman ve öyküler yazmıştır, işçilerin sorunlarının ele alındığı dönemlerin içinde fabrika işçileri inşaatlarda çalışan insanların geçim zorlukları, yapı ve deniz işçilerinin, esnaf ve küçük memur sınıfının hayat savaşlarını, yoksul insanların mücadelelerini ele alan öykü ve romanlara yönelmiştir.

Çoğu öykülerinde çocukluk ve gençlik anıları ve gözlemlerine dayanan yaşam kesitleri işlemiştir. Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep adlı öykü kitabında halk öykülerinin dil, yapı ve anlatım özelliklerinden yararlanarak köy ve kent yaşamını dile getirmiştir… S. İleri’nin değerlendirmesine göre, "gündelik dili başarıyla kullanan bir öykücü olarak birbirinin 'devamı' öyküler" yazmıştır.

Fakir insanlarla işçilerin hayatlarını yaşamla mücadelelerini şiirsel bir dille anlatmakta başarılı olmuştur. Düzenli bir eğitim alamayan yazar, halkın hoşuna gidebilecek konulara yer vermesini bilmiş, gazeteciliğinin de verdiği tecrübeler ile halkın beğenisine sahip olabilecek ve halkın çok kolay ve rahatça anlayabileceği bir dille yazmıştır. Genellikle halk söyleyişlerine yaslanan akıcı, yalın ve şiirsel diliyle Ege kent ve kasaba yaşamını; izlenimci bir eleştiri yel dille anlatmayı başarmıştır. Öykülerinin pek çoğunda anı tadında bir eda vardır. Öykülerinde lirizm unsurunu da fark etmek mümkündür. Öykü kitaplarının başlıkları ustaca düşünülmüş çarpıcı isiler taşır: İmbatla Dol Kalbim, 36 Kısım Tekmili Birden, Dulevi, Ağaçlar Ayakta Ölür, Kurşun Ata Ata Biter" gibi

Onun anlatım tekniğini en iyi kavrayanlardan birisi olan Şükran Kurdakul'un Tarık Dursun K.’nın anlatım tekniği ve üslubu hakkında yaptığı şu tespit oldukça ilgi çekicidir. " Sinema dilinin özelliklerinden yararlanarak oluşturduğu yalın ve etkili anlatımı, "özellikle çizim ve diyalog ustalığının yanı sıra anlatım-betimleme-ruhsal çözümleme dengesini koruyan öyküleriyle sevildi" (Ş. Kurdakul).

Kimi öykülerini çağdaşı olan yazar arkadaşlarına ithaf etmiş veya onlara göndermelerde bulunarak yazmıştır " 'Herkesin Dilindeki O Üsküdarlı Kız' adlı hikâye. Metin Eloğlu'na da armağan edilmiş üstelik. Hem Hepsi Hikâye'de sadece yazarımızın kendi hayatından özel isimlere değil, her iyi edebiyat okurunun hayatında önemli yerlere sahip sanatçıların da isimlerine rastlıyoruz. Edip Cansever'i özlediğinden, Necati Cumalı'ya yaptığı gizli göndermeye, Yaman Okay'la izlenmiş sığırcıklardan, İlhan Berk'le kaçamak içki içilmiş eski bir Ankara gecesine dek bir dolu şey."

Eserleri
Yazarın bütün hikâyeleri 2009 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından toplu olarak yayımlanmıştır. 1976 yılına kadar yazdıkları (Bahriyeli Çocuk dâhil) Karanfilli Hikâye, Toplu Öyküler 1 cildinde, 2006 yılına kadar yazdığı hikâyeler (Hepsi Hikâye dâhil) Gönlümün Bir Parçası, Toplu Öyküler 2 cildinde toplanmıştır. Ayrıca yazarın kendi öykülerinden hazırladığı bir seçki 2004 yılında Dünya Yayıncılık tarafından Sümbülteber başlığıyla yayımlanmıştır. 1992 yılında Gendaş Yayınları için gençler düşünülerek hazırlanan derlemenin başlığıysa hikâyelerdir.

Hikâye
Hasangiller (1955)
Vezir Düşü (1957)
Güzel Avrat Otu (1960)
Sevmek Diye Bir Şey (1965)
Yabanın Adamları (1966)
36 Kısım Tekmili Birden (1970)
Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep (1972)
Bahriyeli Çocuk (1976)
İmbatla Dol Kalbim (1982)
Ona Sevdiğimi Söyle (1984)
Ömrüm, Ömrüm... (1987)
Aşk, Allahaısmarladık (1993)
Yaz Öpüşleri (1996)
Dulevi (2003)
Hepsi Hikâye (2006)
Roman
Rızabey Aile-evi (1957)
İnsan Kurdu (1959)
Sabah Olmasın (1967)
Denizin Kanı (1968; televizyona uyarlanıp dizi olarak yayınlandı, 1980)
Kopuk Takımı (1969)
Gün Döndü (1974)
Hoşça Kal Küçük (1979) (çocuk romanı)
Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü (1980)
Alçaktan Uçan Güvercin (1980; televizyona uyarlanıp dizi olarak yayınlandı)
Kurşun Ata Ata Biter (1983)
İnsan Kurdu (1983; ikinci versiyon)
İyi Geceler Dünya (1986)
Bağışla Onları (1989)
Ağaçlar Gibi Ayakta (1990)
Bizimkisi Zor Zanaat (1990)
Alo, Harika Hanım Nasılsınız? (1999)
Kutup (2003)
Çocuk Edebiyatı
Deve Tellal, Pire Berber İken... (1970) . İyilikçi Tilki (1970)
La Fonten Masalları (1973) (Derleme)
Bir Küçücük Aslancık Varmış (1975)
Ezop Masalları (1979) (Derleme)
Yaramaz Kuzu (1994)
Hoşça Kal Küçük (1995)
Otobüsüm Kalkıyor!.. (1996)
Kerem'i Kimse İstemiyor (1997)
Güzel Uykular Alara: Çocuklara Her Gece Bir Masal (2001) (Derleme)
Benim Dedem Bir Tane (2003)
Bir Varmış Bir Yokmuş Memleketin Birinde... (2007)
Az Gittik, Uz Gittik, Dere Tepe Düz Gittik (2008)
Kırmızı Otobüs (2011)
Pıtır'ın Masalları: Pıtır'ın Masalı
Pıtır'ın Masalları: Keloğlan
Pıtır'ın Masalları: Yalancı Tilki ile Doğrucu Nalbant
Pıtır'ın Masalları: İyilikçi Şehzade ile İyilikçi Balıkçı
Pıtır'ın Masalları: Küpteki Çil Çil Altınlar
Pıtır'ın Masalları: Kurnaz Tilki ile Tilkiden Daha Kurnaz Tavşan
Pıtır'ın Masalları: Hapşırıklı Minik Cin
Pıtır'ın Masalları: Denizler Sultanı
Pıtır'ın Masalları: Gökten Yıldız Düşüren Zürafa
Pıtır'ın Masalları: Aynalar Gerçekçidir
Pıtır'ın Masalları: Ateşler Sultanı ile Sular Şehzadesi
Pıtır'ın Masalları: İyilik Eden İyilik Bulur
Şiir
Devriâlem (1951) (Cengiz Tuncer ile birlikte)
Antoloji
Büyük Türk Şiiri Antolojisi (1961) (Ümit Yaşar Oğuzcan'la birlikte 6 cilt olarak hazırlanmıştır)
Şiirimizde Aşk ve Kadın
Şiirimizde Ölüm
Şiirimizde İstabul
Şiirimizde Ayrılık
Şiirimizde Taşlama
Şiirimizde Tabiat
Aldığı Ödüller
1961 Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü (Güzel Avrat Otu)
1967 Sait Faik Hikâye Armağanı (Yabanın Adamları)
1984 Orhan Kemal Roman Armağanı (Kurşun Ata Ata Biter)
1985 Sait Faik Hikâye Armağanı (Ona Sevdiğimi Söyle)
1987 Türkiye İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü (Ömrüm Ömrüm)
1991 Yunus Nadi Roman Armağanı (Ağaçlar Gibi Ayakta)
2006 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü (Hepsi Hikâye)
 

Yukarıdaki yazı "Edebi Yad ve Sanat Akademisi" sayfasından alınmıştır...


Yazarın kitapları üzerine yazılar

1950’lerin İzmir’inden bir kesit: Rızabey Aileevi

                                             “Tarih,
bugünlerde, şimdiki zamanda geçmişin izlerini
aramak değil, geçmişte, geçmişin yıkıntılarında
bugünün izlerini keşfetmektir.”


                                           Walter Benjamin 

Tarık Dursun K. bir İzmir sevdalısıdır. Onun eserlerini okumak bir bakıma İzmir’in semtlerinde dolaşmak gibidir. Gâvur İzmir Güzel İzmir adlı kitabının önsözü, İzmir sevgisini iki sözcükle anlatır. “ İzmir, Ah!” İzmir, Tarık Dursun K.’nın hikâyelerinin mekânıdır. Onun hikâyelerinde İzmir’i sokak sokak yaşarız. İmbatla Dol Kalbim, Ona Sevgimi Söyle, Hasangiller, Kopuk Takımı, Sabah Olmasın, Ömrüm Ömrüm gibi kitapları İzmir’de, Alireis Mahallesi’nde, Bostanlıköy’de, Havra Sokağı çevrelerinde geçen ilk gençlik yıllarının anılarıyla bezelidir. Tarık Dursun K.’nın işlek dili, onu kuşağının diğer yazarlarından hemen ayırır. Kahramanları sıradan dediğimiz insanlardır. Bu insanların diyalogları o kadar tanıdık gelir ki bize, sanki yanı başımızdadırlar. Kimi Basmane’nin hemen üst taraflarında, Kadifekale’nin eteklerinde bir yerde yaşar, kimi Gültepe taraflarında, kimi Balçova, Narlıdere… Sözgelimi, Hasangiller adlı romanındaki kahramanlar Küçükyalı, Konak, Çankaya ve Kemeraltı sokaklarını arşınlar, Alsancak’ın arka taraflarındaki fabrikalarda çalışan ‘küçük’, sıradan, kendi hallerinde insanlardır. İşsiz kalırlar, iş bulurlar, âşık olurlar, aşklarına karşılık bulamazlar, sevinirler, üzülürler, kendilerine özgü zayıflıklarını utana sıkıla yaşarlar.

Tarık Dursun K. İzmir hakkında şunları söyler: “Bütün sermayemi İzmir’den devşirdim ben. İzmir olmasaydı, ne yapardım, bilemiyorum. İzmir’den çıkacak daha o kadar çok konu ve insan kaynağı var ki. Herkesin “hayatı roman”, ama İzmirlinin hayatı da, romanı da çok değişik. Oradaki renkliliği başka hiçbir kentte bulamazsınız. Ben bulamadım, itiraf ederim.” (Adam Öykü no. 1)

Bir röportajında, “Ben bildiğimi, tanıdığımı, yaşadığımı yazarım. Bu yüzden kahramanlarım, içinde yaşadığım sınıfın insanlarıdır. Serüvenler, onların serüvenleridir.(...) Konu yerine hikâye olacak insanı seçerim” diyerek yaşanmışlığa verdiği önemi açıklar. (Feridun Andaç-Semih Gümüş, “Tarık Dursun K. ile dünden bugüne söyleşi, adam öykü, no. 1 Kasım-Aralık 1995)

Tarık Dursun K. l957’de yayımlanan “Rızabey Aileevi” adlı uzun hikâyesinde İzmir'e özgü bir yaşam biçimi olan Musevi aile evlerini ("kortejo") anlatır. 1950’lerdeki İzmir’in arka sokakları, gölgelere gizlenen yüzleri, unutulan tarihi dokusu Rızabey Aileevi’nin konusu olur.

“Kortejo” lar nedir?
İzmir’e özgü bir yaşam biçimi Musevi aile evleri “kortejo”, bir başka deyişle, İspanya’dan göç etmiş yoksul Musevileri bir araya toplamıştı.

Günümüzde Konak İzmir Kız Lisesi’nin karşısındaki “El Han de Las Kavras” yani “Keçiler Yahudihanesi”ndeki 1950’lerden önceki yaşamı Dr. Fikret Cevahirci, şöyle anlatır: “Yahudilerin İspanya’dan gelişlerinden beri bir getto içinde kendilerini emniyete alma, kalın duvarlar içinde yaşama gelenekleri var. Kendilerini mecbur hissediyorlar, kapıları gece belli saatte kapanır, anahtarlar odacı başındadır, herhangi ani bir olay, hastalık gibi, doğum gibi, olursa odabaşı gelip kapıyı açardı. Yani kendilerini emniyete almak için kurulmuş yerler bunlar. Ancak günlük geçinen fakir Yahudilerin oturduğu yerlerdi buralar. Erkekleri günübirlik işlerde çalışırlardı, hanımları evlere günlük çamaşır ve temizlik işlerine giderlerdi.”

1948’de İsrail Devlet’inin kurulmasıyla İzmir’den İsrail’e büyük göç olur, Rızabey Aileevi’nde yaşayan yoksul Yahudiler kenti terk ederler. Aynı yıllarda, sanayi ve teknolojinin gelişimiyle birlikte Anadolu’da göçe hazır bir nüfus oluşur. Göç bu nüfusun tek çıkış yoludur. Kentlerde ve tarımda makineleşmenin insan emeğine olan gereksinimi ucuz emek gerekliliğiyle birleşince büyük köylü nüfusun ilk önce yakın bölgelere göç ettiği görülür. Karataş Yahudihanesi, Rızabey Aileevi ismini alır; bu işçi sınıfının yeni konutları olur.

“Bu insanların çok şaşkınlık uyandıracak yaşam savaşları var” diyen Tarık Dursun K. henüz “apartman” geleneğinin oluşmadığı, 1950’lerin İzmir’ini serer gözümüzün önüne. Bir zamanlar yoksul Musevi ailelerinin boyoz pişirdiği avlularda, sübye içtikleri odalarda, o günler bambaşka hikâyelerle devam eder. 1492 yılında İspanya’dan Türkiye’ye gelen Sefarad Yahudilerinden sonra kortejolar hayatın sillesini yemiş, yalnız, tutunamamış, terk edilmiş, kaybolmuş, yaşamdan ümidini kesmiş yoksul halkın yeni mekânı olur.

1950’lerin kortejo/ailevleri dar bir koridor etrafında sıra sıra dizili tek göz odalardan oluşur. Avlu, kapı önlerinde oturmuş çiğdem çitleten kadınlar, ortalıkta koşuşturan çocuklar, iplere dizili çamaşırlar görüntüsü içindedir. Avlunun karşısında bir çamaşırhane, tuvaletler, banyo, lavabo ortak olarak kullanılır. Odalarda kalanların çoğu on yıllık, beş yıllık, iki yıllık sürelerde bu odaları evi gibi kullanır. Elektrik ve su yoktur. Avlunun ortasında bir tulumbadan su çekilir. Aile evlerinin cümle kapıları genellikle kapalı olur ve dışarıdan baktığınızda içerideki yaşamı göremezsiniz. Yabancıysanız sizi zaten içeriye de almazlar.

Tarık Dursun K. 1950’lerin Rızabey Aileevi’nin izini sürerken mekânı ve olayları sekiz ayrı anlatıcının bakış açısı ve anlatımıyla sunar. Diğer bir ifadeyle sekiz ayrı bölümden oluşan romanda anlatılanları, her biri ayrı bölümde konuşan sekiz ayrı anlatıcı takdim eder. Anlatımda kullanılan çoğulcu bakış açısı, okuru, tek bakış açısı ve anlatıcının monotonluğundan kurtarır; anlatılanları, estetize eden bu bakış açısı sentezlenerek çoğulcu bir perspektif oluşturulur. Karakterlerin iç mekân evden (RızabeyAileevi), dış mekâna sokağa ya da mahalleye ya da fabrikaya gitmesi, diyalogların ve olayların çoğalmasına zemin hazırlar. Değişik mekânlarda olaylar anlatılırken hem mekânlar hem de bu mekânları şekillendiren insanlar yoluyla bu insanların kimlikleri de belirlenmiş olur.

İnsan karakterini belirleyen temel unsurlardan biri, onun içinde yaşadığı çevre/mekândır. Dolayısıyla insan, içinde yaşadığı mekândan ayrı düşünülemez. O mekânda yaşayan insanların karakteri, sosyal ve kültürel kimlikleri ile ilgili pek çok ipucu verir. Anlatıcıların zihnimize çizdiği bu mekân aynı zamanda orada yaşayanların da açıklayıcısı olur. Kelimenin tam anlamıyla hayatın sillesini yiyen bu insanlar, genç, yaşlı, kadın erkek, aynı avlunun içinde, aynı kaderi paylaşarak hayata tutunmaya çalışırlar. Yaşadıkları mekân ortaktır, kaderleri ortaktır.

Allah gözlerini yeryüzüne çevirdi mi, ilkin Deveçıkmaz yokuşunu görür. Deveçıkmaz büyür, büyür, şehir kadar olur, sonra yine alabildiğine –hem bu kez yırtınırcasına- büyür, dünya kadar olur.” Roman bu giriş sözleriyle açılır ve hemen okur olarak anlarız ki yazar İzmir’in bu küçük köşesini mercek altına almıştır; Deveçıkmaz yokuşunu önümüze bir dünya kadar açacaktır.

Ve sonra ikinci cümle gelir:
“Deveçıkmaz öyle ahım şahım bir yokuş da değildir. Biraz kamburca, paket taşlı, iki yanı eski zaman evleriyle sıralı, kaldırımsız. Denize varmadan yokuşun sonunu bir ucundan tramvay yolu keser. Tramvay yolundan kurtulur kurtulmaz, denize yine çıkmaz. Geçkin, Osmanlı’dan kalma yalılar, bir de “Rızabey Aileevi”, önüne durur; geçit vermez.”

Bu ikinci cümlede mekân biraz daha açılır. Tasvire yaslanır, mekân gözümüzün önünde canlanmaya başlarken mekân hakkında ayrıntılara da girilir.
İç mekân olarak Rızabey Aileevi, “üç oda-tek katlı-bir yanda, üç oda öbür yanda, karşılıklı altı odadır. Sahibinin adı Rıza’ydı da ondan mı aldı “Rızabey Aileevi”, bilinmiyor. Komşu evlerin çoğunda Rumlarla Yahudiler oturur. Onlar da bilmezler. …”Rızabey”in şimdiki mal sahibi Davut’tur. Kör Davut derler adına, iki gözünün ikisi de bir kavgada akmışmış. Anlatırlar. İçti mi, kendi de anlatır.” (s. 6)

Rızabey Aileevi’nde oturanlar kendilerini Deveçıkmaz’lı bellerler. Deveçıkmaz’ın başında hemen, Yahudi Doktor Zibil’in muayenehanesi vardır. Vizitesi iki buçuk liradan sabahtan akşama –çoğu yoksul Türklerle Yahudiler, Rumlar- kim gelirse bakar. Dr. Zibil’den sonra bakkal Mustafafendi’nin “Doğruluk Bakkaliyesi”, Avram’ın balıkçı dükkânı, Şişman’ın kahvesi, Ali’nin “Bisiklet Evi”, Güzel İbram’ın berber dükkânı sırayı tamamlar. Rüzgâr esti mi, ötelerden denize akan bir lağım kokusunu da beraberinde getirir.

Mekânı aydınlatıcı giriş bölümünden sonra Hulusi, Kemal, Adanalı Şakır Usta, Eşrefpaşalı, Kürd Salih, Laz boyamacı, topal Tahsin’in, Bahriyeli Cemal’in hem iş dünyalarına hem de iş ortamlarına gireriz. Hulusi Kemal’i incir fabrikasında çalışırken tanır. Hulusi Kemal’i fabrikada kollar. Kemal onun kadar güçlü kuvvetli değildir. Kemal’in elinden kumar dümenleri gelmez. O, ya işçilik, ya da kâtiplik yapabilir ancak. Okuma yazması vardır, kafası işler. Bir yere işçi olarak girdi mi, üç gün sürmez, kâtip olur. İncir işinde de öyle olur. Kutucu olarak girmiştir, kantarcı kâtipliğine yükselmiştir. Meb’us gibi konuşur, ağzı iyi laf yapar. Diğer işçilere ukalalık taslar; önüne geleni haşlar, kutuları noksan diye geri çevirir. Kantarın başında durur, işçileri haşlar, bağırır, çağırır. (s.43) Sırf bu huyu yüzünden Hulusi ilk zamanlarda pek ısınmamıştır ona. Ama aradan zaman geçtikçe yakınlaşırlar.

Arkadaş olurlar, öyle bir dostluktur ki bu, günden güne içtikleri ayrı gitmez olur. Kör Davut’un işlettiği aile evinde oda kiralarlar, bitişikteki odada Tahsin, diğer odada Bakkal Mustafa komşularıdır. Hulusi’nin işi vardır. İşsiz olan Kemal’dir. Kemal kâtiplik yaptığı fabrikada grev yapmak isteyen işçiler tarafından iftiraya uğrayınca, işi bırakmıştır. Hulusi ona iş aramakta yardımcı olur. Çevrelerinde kumarhane vardır. İşçilerin toplandığı yerdir. Gizliden arka odalarda kumar oynanır (barbut, poker, kılıç) ; esrar içilir. Hulusi kumarda zar atmada ustalaşmıştır, bir takım kumar hileleriyle iyi para kazanır; bütün bu hileleri ona Bahriyeli Cemal öğretmiştir.

Mekân olarak Rızabey Aileevi, kurgulanan hikâyenin anlamını tamamlamada, anlatılanları anlaşılır kılmada ve neden-sonuç ilgisi kurmada başat öğedir denilebilir. Olayların kapalı mekân (Rızabey Aileevi) içinde geçmesi kahramanlarının iç sıkıntılarını anlatmak için uygun düşer. Olayların içerisinde geçtiği yer olarak Rızabey Aileevi aynı zamanda karakterlerin de açıklayıcısı durumundadır. Mekân, kurgunun sosyal ortamının temelini oluşturur.

En geniş anlamıyla mekân olarak Rızabey Aileevi işçi sınıfının vitrinidir; hayattan alınmış bir kesit şeklinde karşımıza çıkar. Böylelikle mekân, sadece olayların sahnesi olmaktan çıkar ve tüm anlatılanların açıklayıcısı konumuna yükselir.

Mekân gözümüzün önünde biçimlenirken Rızabey Aileevi’nin bir köy, şehir, sokak veya cadde gibi basit bir oluşum olmadığını anlarız. Söz konusu olan mekân bir düzen anlayışının sonucunda ortaya çıkmış kente ait olan bir birimdir. İçerisinde yaşayanlar için sadece bir yaşam alanı olarak algılanmaz; yaşananların en temel açıklayıcısıdır. Rızabey Aileevi, içinde yaşayanlara farklı farklı izlenimler bırakır. Rızabey Aileevi bu insanların “evi”dir.

Mekân, romanda öyle ön plandadır ki metnin başkahramanı anlatılan yer olarak karşımıza çıkar. Rızabey Aileevi anlatılanların sahnesi olmaktan, karakteri tanımada yardımcı olmaktan ya da kurgunun yansıttığı toplum yapısını anlatmaktan ziyade hepsinin ötesinde, metnin merkezindedir. Hikâyenin kahramanı Rızabey Aileevi’nin kendisidir; diğer karakterler ve olaylar Rızabey Aileevi başkahramanının besleyicisidir.

İç Mekân
Romanda mekân olarak Rızabey Aileevinin çeşitli işlevleri vardır. Her şeyden önce ve en azından olayların bir dekorudur. Ama genel olarak mekân olarak ailevi, şahısların içinde yaşadıkları, kendi oluşlarını fark ettikleri alandır. Bununla birlikte şahısların içinde bulundukları çevreyi algılayış biçimlerini, ruhsal, ekonomik durumlarını, karakterlerini açıklama yolunda okura imkânlar da sunar. Rızabey Aileevi şahısları tanıtma yollarının biri olarak dramatik bir iş de üstlenerek olayların yer aldığı temel öğe olurken olaya dâhil olan şahısların çevresini, algılayış şekillerini, o çevredeki ruh durumunu hatta karakterini etkiler. Rızabey Aileevi’ndeki her nesne veya her köşe, onun kişiliğinin bir parçası olur. Mekân olarak Rızabey Aileevi orada yaşayanlarla sıkı sıkıya bağlı ve kaynaşmış durumdadır. Mekândaki bir değişme doğrudan doğruya şahıslara ve olaylara da etki eder. Yeni gelen biri tüm dikkatleri üzerine çeker.

İnsan yaşadığı mekânla anlam kazanan bir varlıktır. İnsanın günlük yaşamı tamamen mekânla bir etkileşim ilişkisi içinde ilerler. Bachelard, Mekânın Poetikası’nda, ”Evimiz bizim dünya köşemizdir. Bizim ilk evrenimizdir” derken yaşadığımız mekânın önemini vurgular. Tarık Dursun K. anlatısını kurgularken mekânı işlevsel kılması bilinçli bir eylem olarak karsımıza çıkar. Mekân, romanda fon olmaktan öte olay ve kişiler üzerinde, belirleyici/yönlendirici temel unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmış olur.

Orada yaşayanlar Kapalı/Dar/İç Mekân olarak Rızabey Aileevi’nin oluşturduğu çemberin içinde kalmak zorundadırlar. Yaşadıkları yerden kopmuş, başka bir kente göçmüş bu kişiler Rızabey Aileevi ortamında yeni bir yaşam çemberi kurmuşlardır. Çalıştıkları iş ortamını paylaşan, birlikte yiyip içen kişilerden oluşan bu mekânda her biri için yeni bir yaşam başlamıştır artık.

Rızabey Aileevi hem kaçıştır, hem sığınaktır. Aileevi onlar için saklanmaktır, kurşundur, tabancadır, tutuklamadır, gözaltıdır, suçlamadır, kösteklemedir;(“Deveçıkmaz memleket mi? Dağ başı namussuz” (s.102) Kimin kimi kazıklayacağı, köstek olacağı bilinmez; herkes çıkarına göre dümen değiştirir. Kaypak bir ortamdır. Ama aynı zamanda dayanışma, desteklenme ve yardımlaşmadır. “…biz bu Kemal’le bir arkadaş olalım, bir arkadaş olalım, içtiğimiz ayrı gitmez oldu gün güne. Sevdim de sevdim. Göründüğü gibi değildi. “Hulusi öl şurda…” desin…” (s.61) Kâtip Kemal çalıştığı fabrikada iftiraya uğrayınca, polisten saklanmak için gideceği yer yine Rızabey Aileevi olur. Recep, Kemal’in durumunu şöyle anlatır: “Çok korkuyor zavallıcık, dedi. “Burası emniyetli yer halbuki, ama yine de korkuyor. Başından hiç geçmemiş olacak.” (s.133)

Topal Recep kendini şöyle tanıtır:
“Recep’te itlik vardır: kabul. Uğursuzluk, hırsızlık vardır: kabul. Kumar, içki: hepsi kabul. Ama Recep, namussuz değildir, namert, nankör değildir. Kalleşlik yoktur Recep’te. Kimse ne önümden ne ardımdan Recep geldi, ekmeğimizden tuzumuzdan yedi de şöyle bir namertlik yaptı dememiştir daha. Yapmam.” (s.135)

Michel Foucault, Ders Özetleri’nde, “Hapishane, hem farklı hem de bir başına kalmış mahkûmları birbirine karıştırarak mahpusken dayanışma kuran ve dışarıda bu dayanışmayı sürdüren bağdaşık bir suçlular toplumu yaratır. Hapishane, gerçek bir iç düşmanlar ordusu üretir,” sözleriyle kapalı mekân olarak hapishanelerin nasıl suçlu ordusu ürettiğine dikkat çeker.

Semih Gümüş şöyle yorum getirir. “Hapishane yalnızca içerde oluşmuyor. Dışarıda da var. Suçu üreten verimli koşullar ve suçluyu ezen toplumsal, törel baskılar kimileri için, dışarısını da hapishaneye dönüştürür. Demek ki, kötü’yü yaratan koşullar vardır.”

Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde evinden bunaldığı zamanları şu cümlelerle ifade etmeye çalışır: “Öfke içinde büyüyoruz. Oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız, eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz.

İşsizlik hayat karşısında heyecanın da yitirilmesine neden olur. Çoğu aynı kaderi paylaşan insanlardır. Bazıları mevsimlik işçilerdir. İncir işlenme mevsimi boyunca çalışıp, mevsim kapanınca her biri bir yana dağılan işçilerdir. (“İncir mevsimi kapandı. Mağaza da kapandı tabii. Çiçi’ler, Hanife’ler, Raziye kızlar, her biri bir yana dağıldılar.” (s.61) İş arayan insanın gergin ortamı verilir. İş bulmuş olmak, bir işyerinde çalışır olmak– işçiyi tanımlayan en önemli unsurdur. İşçilerin kendi aralarındaki sohbet iş bulup bulamadıkları üzerine oluşur; dışarıdan gelen işçiler iş bulup bulmadıklarını sorarak karşılanır; iş bulmuş olmak en büyük müjde, sevinç kaynağıdır, dışarıda artık ezik hissetmeyecektir. Mekânın havası hemen değişir. Adeta bayram havası yaşanır. Böylece işsiz insanın nasıl bir bekleyiş içinde olduğu verilir.

İnsanın zaman ve mekânla olan ilişkisi, doğumuyla birlikte başlayıp ölümüne kadar uzun bir süreci kapsar. İnsan, yaşadığı mekânla anlam kazanan bir varlıktır. İnsanın ilk mikro evrenini ve aidiyetini oluşturduğu yer evidir. İnsanın aidiyeti, evi gibi dar, kent ya da ülke gibi geniş mekânlar arasında gidip gelerek şekillenmeye başlar. Onun için ilk etapta en önemli mekânı evi oluşturur. Çünkü “ev”, dünyaya gözlerin açıldığı ve kimliğin oluşmasında etkin bir rolü elinde bulunduran bir mekândır. Walter Benjamin, Pasajlar’da, iç-mekânın insanın üzerinde önemli bir rolü olduğunu şöyle vurgular:
“İç mekân, bireyin yalnızca evreni değil, aynı zamanda mahfazasıdır. Bir mekânda yaşamak, orada izler bırakmak demektir.”
Rızabey Aileevi’nde yaşayanlar kalpleri ve yüzleri birbirine dönük yaşarlar. İçinde yaşadıkları fizikî doku, onlar için bir hâtıra parçasıdır, sıradan bir mekân değil. Ev her nesneyi biriktirdiği gibi anıları, yaşantı parçalarını da biriktirir. Rızabey Aileevi’ndeki yaşam o kadar belirleyici olur ki, orada yaşayanların hayatlarının sonuna kadar hafızalarında yer edinen, varoluşlarını tanımlayan bir mekân olur. Bu noktada Rızabey Aileevi, sadece mimarî bir yapı değil, onun da ötesinde sosyolojik ve kültürel bir mekâna dönüşür. Evin barınma ve korunma gibi insanı dış dünyanın tehlikelerine karşı koruyan sığınak olma işlevinin yanı sıra, anılar zinciri oluşturarak insanda aidiyet duygusu uyandırması da bir diğer yönüne işaret eder. Gaston Bachelard, “Mekânın Poetikası” adlı kitabında, “evin, insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için büyük tümleştirici güçlerden biri olduğu” tespitini yapar.

Rızabey Aileevi; duvarı, kapısı ve avlusuyla dış dünyaya karşı bir sınır çizmiş, kendini koruma altına almıştır; dışarıyla bağlantısını duvar, kapı ve bahçe gibi unsurlarla kesmiştir. Burada duvar, kapı, avlu ve pencere gibi unsurlar, evin bir parçası olmakla birlikte insanın çeşitli yaşam alanlarını da işaret ederek metaforik bir anlam kazanırlar.

Oda
Rızabey Aileevi’ndeki odalara güneş ışığı yeterince girmez. Örümcek ağlarıyla örülü bu odalar iki somya alacak büyüklüktedir; tavanları da alçaktır. Sıvası dökülmüş nemli duvarların ardında böcekler ve tahtakuruları yuva yapmıştır. Kirli beyaz duvarlarda bekârlar gazetelerden kestikleri çıplak artist resimleri yapıştırmışlardır. (s.13) Mekân olarak Rızabey Aileevi, kapalı/dar oda, içinde yaşayanların hayata karşı olumsuz bakmasına neden olan bir yere dönüşür. Kapalı mekânların kişi ya da kahraman üzerindeki olumsuz etkisini Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali, İnsan ve Eser kitabında şöyle açıklar:
“Mekân, onun karşısında hayatın olumsuz yönlerini temsil eder. Adeta, kahramanı tahakkümüne almış durumdadır, onu ezmektedir.”

Ev; duvarı, kapısı ve bahçesiyle dış dünyaya karşı bir sınır çizerek diyalektiğini somutlaştırır. Ancak dışarısı; sesiyle, ışığıyla ve kokusuyla içeriye sızar ve içerdekinin zihnini karıştırarak buranın bir “hapishane” olduğu fikrinde kişiyi düşündürmeye başlar. (Narlı, 2007: 146)

Her odada aynı karmaşa, aynı dağınıklık hâkimdir. Düzen yoktur. Çevrelerinde dönen oyunları anlayamazlar; kim kimin düşmanı, kim kimin dostudur bilemezler. Tüm olumsuz koşullara rağmen vazgeçemezler. Sahip oldukları tüm araçlarla mücadele ederler. Ama ne yazık ki bu çıkmazdan kurtuluş şansları yoktur. Bu nokta romanın Kafkaesk yönünü oluşturur. Bu bağlamda Rızabey Aileevi eserde yeni anlamlar yüklenir.

Pencere
Pencere, evin dışarıdan ışık almasını ve içerinin dışarıya bakmasını sağlayan içeri ile dışarı arasındaki bir bölge, bir eşiktir. Pencere ve onun sağladığı görme yetisi, evin en hayatî aktivitelerinden biri olarak ev mimarisinin önemli bir öğesidir. Oysa bu insanlar karanlık, sımsıkı kapalı odalarında, daracık bir dehlizde kıstırılmışlardır.

Kemal, Fatma, bir de ben elbirliğiyle ilave odayı döşedik. Tepede bir penceresi de vardı. Kör kör ışık veriyordu içeriye.” (s.97)
Karanlık, ışıksız bir yaşama geçişleri böyle olur. Bütün kontrol mekanizmalarının yok olduğu, bütün planlarının paramparça olduğu bir durumla karşı karşıya kaldıkları umarsız bir durum içinde bulurlar kendilerini.

Duvar
İçeri ve dışarı arasında kesin çizgileri çeken ve mekânların kapalı bir alana dönüşmesini sağlayan mimarî unsurun başında duvar gelir.

Duvar, bir korunma unsuru olarak inşa edilmekle birlikte dış dünyanın aşağılayıcı bakışlarına karşı da onları korumayı üstlenmiştir. Böylece duvar (dışarıdakilere kapalı olan bu mekân/ Rızabey Aileevi) yoksulluğu, rezilliği, o mekânda yaşanan pejmürdeliği örtme işlevini üstlenmiştir. Bu dar alanda kıstırılmış, adeta tutuklanmıştırlar. Ve yine bu dar alanda her şeye hazır olarak yaşarlar: yalnızlığa, zorluğa, tükenişe… Yüreklerinin sıkıştığı, bastırılmışlık duygusu içinde, utanç içinde bir yaşamdır bu. Yüzyüze gelmek istemedikleri, kendilerini sakınmaya çalıştıkları bu mekânda duvar onları koruma işlevini üstlenmiş olur.

Kapı
Kendine sınırlar çizmek insanoğlunun en temel özelliklerinden biridir. Fakat insan bu sınırları kaldırıp (yani kapıyı açıp) tekrar dışarıya çıkabilir. İçeri ve dışarı arasında bir köprü ya da bir sınır vazifesi gören kapı, açılma ve kapanma gibi iki özelliğiyle Bachelard’ın deyişiyle “aralık kalma acunudur.”  Köprü ve kapıya sosyolojik anlamlar yükleyen Georg Simmel, “Köprü ve Kapı” adlı makalesinde kapının birleştirici ve ayırıcı vasfına dikkat çektikten sonra, “içerisi ve dışarısı arasında bir ayrıklığı giderdiğini” ifade eder. Kapının açık olma ihtimaline karşı kapanmasının duvarın vereceğinden daha güçlü yalnızlık hissi vereceğini de belirtir.

Dış mekân/Sokak/Fabrika
Rızabey Aileevi’nde yaşayanların hayatı sokaklarda, iş arama peşinde geçer. Çevrelerindekiler çalışarak değil, hilekârlıkla, entrikayla bir yerlere gelen kişilerdir. Çalışma alanları fabrika ve sokaktır. Fabrika kapısı önünde bekleyen, fabrikadaki işlerini kaybetmekten korkan bu “aylak kimseler”, işverenler tarafından kolayca sömürülmektedirler. “İncirde neler çektiğimizi daha unutmadım. Canı cehenneme fabrikaların.” (s.42) Elverişsiz şartlarda çalıştırılan bu insanların hiçbir sosyal güvenceleri olmadan bu koşullara itiraz etmeyecekleri, grev yapamayacakları işverenler tarafından bilinmektedir. Başlarında onların hakkını savunacak biri de yoktur. Bazıları yıllarca kaçak çalışmış, doğduğu memlekete hasret yaşamıştır. Eğitimsiz olduklarından köyü/kasabayı bırakıp kente göçtüklerinde de (“Aydın’dan yeni geldi. Şehrin yabancısı. Bir oda bulalım ona.” (S.63) beraberinde getirecekleri bir iş becerileri de yoktur. (“serseriliğe vurdurduk, okuyamadık.”(s.129) Göç olgusu, hayattaki fırsatlarını artıran bir olgu olarak tanımlanır.

Bu noktada sokak, kopukluk, düzensizlik, başıboşluk, kimsesizlik kavramlarını karşılar. “Dünya kötülemiş! İnsanın bir gözünden öteki gözüne güveni yok…” (s.82)

Toplumun sosyal ve ekonomik şartları bu kesimdeki insan grubuna doğrudan yansır. Kurnazlık, fitnecilik, hırsızlık, gaddarlık, zulüm… Hayatın bir kenara ittiği bu insanlar, hayat mücadelesini normal yoldan sürdürmezler. Önünden geçeni tilki gibi kollayan, gözüne kestirdiğinden para isteyen, karşısına çıkanı av olarak gören insanlardır. “Kocakafa Niyazi dünyanın fırıldağını çevirmiş, tonla para vurmuş, tam işten çekilip başını dinlendireceği sırada bir gece kim vurduya gitmişti.” (s.89)

Yoksulluk onlara hayallerini gerçekleştirme olanağı vermeyen bir engeldir. Onları kıskıvrak yakalayıp, ezendir. Yoksulluğun yok edici gücü karşısında çaresiz kalışlarından gelen bir tragedyadır söz konusu olan. Okuyup iyi iş bulma, hayallerini gerçekleştirmek için uzun bir yoldur. Onlarsa sadece yetenekleri ile bir yerlere gelebilecekleri inancındadırlar.
(…elde yok, avuçta yok. Zenaat desen arama. Bütün bilip bileceğimiz kâğıt düzmek, aşığı cuk oturtmak, zarı hep yek’e atmak…(s.62) Bu inanç toplumun tetiklediği bir hazıra konma düşüncesinin ürünüdür. Bu düşünceye bel bağlamaları doğaldır.

Sokak ya da Dışarısı
Sokak çok çeşitli insan tipleri ve canlı bir yaşam dinamiğiyle baskıcı ve otoriter bir sistemin karşısına çıkarak insana yaşama alternatifi sunan bir mekân olarak görülür. Ayrıca sokak, Osmanlı’nın çok çeşitli etnik kökene sahip heterojen yapısını göstermek bakımından da çizilmiş bir minyatür mekân olarak romanda yerini alır. “Komşu evlerin çoğunda Rumlarla Yahudiler oturur. (…) Günde kırk kere “ekşi limonlu” salatalık turşusu satan, kavrulmuş kavun karpuz çekirdeği satan, “sübye” satan Yahudiler uğrarlar “Rızabey”e.”( s.6) Dışarıdan gelenler kışın balık tutmaya, yazın yüzmeye gelen Yahudi çocukları, Rum çocukları; kopkoyu esmer, kirli suratlı Çingene çocuklarıdır.

Kimi kez özgürlüğün kimi kez de yalnızlığın ve kimsesizliğin mekânıdır sokak. Rızabey Aileevi’ndeki sınırlı ve korunaklı yaşama karşılık, sokak bir o kadar sınırsız ve bir o kadar da kaotik bir yaşam dinamiğini elinde barındırır. Sosyal bir varlık olan insan, ayrıca evinden/içerden sokağa/dışarıya çıktığı zaman bir başka evrenle, bir başka yaşamla karşı karşıya gelir. Birbirinden farklı insanları içinde barındıran sokak, meydan ya da hepsini içine alan mahalle bu durumda insanın yeni bir evreni olma yolunda önemli bir mekânını oluşturur.

Sokak, evin dışındaki dünyayı işaret eder.

Mickey Spillane’in My Gun is Quick adlı romanın başlangıcında dış dünya şöyle tanımlanır: “Dışarıda gerçekten olaylar oluyor… Artık Colosseum yok, ancak şehir çok daha büyük bir arena ve çok daha fazla insana yer var. O keskin pençeler yırtıcı hayvanların pençeleri değil artık, ama insanın pençeleri çok daha keskin ve kötü olabilir. Uyanık ve becerikli olmalısınız, yoksa yutulanlar arasına karışırsınız… Uyanık olmak zorundasınız. Ve becerikli. Yoksa sizi öldürürler.”(Umberto Eco’dan akt.)

Dolaşmadığımız sokakları, girip çıkamadığımız evleri, tanıklık edemediğimiz yaşantıları ancak bir edebi eseri okurken yaşarız.  Edebiyatı kalıcı kılan da bize sahicilik hissini vermesindendir. Tarık Dursun K., Rızabey Aileevi romanında insanı, küçük insanın birey olarak yaşadıklarını, Rızabey Aileevi’nin içine sıkışmış hallerini anlatıyor; onları görünen yüzleriyle değil, bizim göremediğimiz gizleriyle ortaya çıkaran bir yazarla karşı karşıya geliyoruz. Toplumsal hayatın karmaşasında, işçi sınıfının çaresizliğini, korkularını, zorluklarını ve bitmeyen acılarını anlatırken bu insanların yoksulluğun yok edici gücü karşısındaki çıkmazından söz ediyor. Onların kaygılarını, korkularını, acılarını, umutlarını, umutsuzluklarının anlama çabasının ürünü olan Rızabey Aileevi romanı bu yönüyle dar bir mekânda hapsolmuş işçi sınıfının çözümlemesidir.

Raşel Rakella Asal
15 Kasım, 2014

KAYNAKÇA
Bachelard Gaston, Mekânın Poetikası, İthaki Yayınları, 2013
Benjamin Walter, Pasajlar, çeviren Ahmet Cemal, YKY, Şubat 2011
Gümüş Semih, Yazının Sarkacı Roman, Can yayınları, 2011
Fedai Özlem, Tarık Dursun K., Karşıyaka Belediyesi Kültür Yayınları, 2008
Tarık Dursun K. ile Dünden Bugüne, Adam Öykü, Sayı 1, Kasım-Aralık 1995
ECO Umberto, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, (çeviren Kemal Atakay), Can Yayınları, 1996
Tarık Dursun K. Rızabey Aileevi, Cumhuriyet Kitapları, 4. Baskı, 2008
http://www.cengizdagci.org/files/m.narli_balikesir ww.sosyalarastirmalar.com/cilt3/sayi11pdf/sengul_mehmetbakir.pdf
http://sakaryaedebiyat.com/?p=234
Simmel Georg, “Köprü ve Kapıhttp://www.web-ceviri.com/ceviri-metni/kitap-cevirisi/ingilizce-kitap-cevirisi-1428


Raşel Rakella Asal Röportajı


Hikâye yazmak, tıpkı şiir gibi bireysel bir iştir

TARIK DURSUN K.

Şu an Tarık Dursun K.’nin evine gitmekteyim. Tarık Dursun K!  “Başkaldırı kuşağı” denilen “1950 kuşağı Türk hikâyecileri” arasında.  Evet, yanlış okumadınız. Peki ne yazmış?  Öyle üretken ki, hepsini akılda tutmak güç. Yazarın altmış yılı aşan sanat hayatına sığdırdığı pek çok yapıtı var.  Tüm bunlara ek olarak gazetecilik, yayıncılık, Milliyet Yayınlarının başına geçmesi, Milliyet Çocuk dergisi başta olmak üzere, çocuk edebiyatına yönelik çalışmaları, çocuklara yönelik ansiklopediler hazırlaması, halk hikâyelerinin yeni bir kurguyla yazılmasından oluşan ve “Halk için Taşbasması Öyküler” başlığıyla sunulan ‘Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep’ adlı hikâye kitabı ve Anadolu masallarını yeniden yazdığı ‘Deve Tellal Pire Berber İken’ adlı masal kitabı, sinema sanatına ilgisi, çevirdiği teorik sinema kitapları, senaryo yazarlığı ve yönettiği filmler, röportaj yazarlığı… Diyeceğim o ki, kendi kendini yetiştiren gazeteci-yazar tipinin dikkate değer temsilcilerinden birisi olan Tarık Dursun K’nin yazı hayatının çok yönlü ve verimli olduğunu rahatça söyleyebiliriz. 1945’ten günümüze yazdığı şiir, hikâye, roman, masal, oyun, senaryo, mektup, gezi ve anı türlerinde l20 eserden söz ediyorum. Yazdıklarının bir kısmını uzun yıllara yayılan bir süreç içinde okudum, ama yeterli olduğunu söyleyemem elbette.

Onun hakkında yazılanları okudukça küçük yaşta çalışma hayatına atılmak zorunda kaldığını öğreniyorum. Yaşıtları henüz oyunlar oynayıp çocukluk ve ergenlik heyecanları yaşadıkları çağlarda, o köftecilikten, kundura çıraklığına, otobüs biletçiliğine, sinema gişeciliğine kadar türlü işlerde çalışmış. Bu yüzden eğitim hayatı, ancak ortaokulu dışarıdan bitirecek kadar sürmüş. Öğrendiklerini bizzat hayatın içine karışarak, türlü işlerde çalışarak ve çok kitap okuyarak öğrenmiş.  Hatta İngilizceyi de rahatça çeviriler yapacak derecede öğrenmiş. Edebiyat dünyasına girişi 1945 yılında ortaokul birinci sınıftayken bir çocuk dergisinin hikâye yarışmasında birinci gelen hikâyesiyle olmuş. Askerlik yaptığı sırada (1952-1954) Yeditepe, Kaynak, Varlık dergilerine sürekli şiir ve hikâye gönderiyor; ancak Kaynak dergisinden olumlu yanıt alıyor. Özellikle Yaşar Nabi’nin Varlık dergisine gönderdiği hikâyeler için sürekli “red” cevabı alacaktır. Yaşar Nabi’nin yazarın gönderdiği hikâyeleri düzenli olarak okuyup eleştirmesi ancak yayınlamadan geri göndermesi yazarın hikâyeciliğinin gelişmesine, olgunlaşmasına katkıda bulunur.  Gençlik yıllarında yazdığı şiirlerini ise hiç beğenmiyor; ancak bunların kendisine kelime tasarrufunu öğrettiğini, bunun da hikâyeciliğinde işine çok yaradığını sık sık söylüyor. Hikâye türünü “Dünyaya bakmak ve dünyayı görmek açısından insanlar arasında bir iletişim aracı” olarak kabul ediyor.

Ustalaşmaya başladığı l960 yılında röportaj yazarlığı yaptığı sırada “Haritada Beş Nokta” adlı röportajından dolayı “Gazetecilik Başarı Ödülü”nü kazanır. Aldığı bu ilk ödülü, hikâye türünde aldığı diğer ödüller izler. ‘Güzel Avrat Otu’ adlı hikâye kitabıyla l961 yılında “Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü”ni kazanır. Ardından ‘Yabanın Adamları’ adlı hikâye kitabıyla, l967’de Sait Faik Hikâye Ödülü’nü, l987’de ‘Ömrüm, Ömrüm…’ adlı hikâye kitabından dolayı “İş Bankası Edebiyat Ödülü”nü kazanır. Romancılıkta da ödülleriyle sanatını perçinleyen yazar, ‘Kurşun Ata Ata Biter’le l984 yılında “Orhan Kemal Roman Ödülü”nü, ‘Ağaçlar Gibi Ayakta’ romanı ile de l991 de “Yunus Nadi Roman Ödülü”nü kazanır.

İşte ben onunla röportaj yapmaya onun evine doğru yol alırken bir yandan da bana nasıl bir sınav çekeceğini merak ediyorum. Hiç kuşkum yok ki ben de gıkımı bile çıkartamayacağım. Ne de olsa Tarık Dursun K. bu!

Onunla görüşmeden önce onun diğer röportajlarını okumak oldukça cesaret kırıcıydı.  Belki böyle bir söyleşiye hiç teşebbüs etmemeliydim.  Daha önceleri belki de defalarca sorulmuş bilindik soruları kim bilir kaç defa yanıtlamıştı.

Dışarıda yürürken mükemmel cümleler kurmuştum, eve girdiğim anda tek kelimesini hatırlamıyordum.  Eve adım atar atmaz karşımda Tarık Dursun K ile karşılaştım.  Çalışma masasında otururken bir taraftan konuşup diğer taraftan da önündeki dosyaları ayıklıyor.  Masa neşeli bir karmaşa içinde.  Evin her alanına yayılmış kitap yığınları ile karşılaşıyorsunuz.  Oturma odasının boş olan zeminin her tarafında kitaplar yığılı.  Kitaplar! Gazeteler, gazete kesikleri, dergiler, dosyalar! Müsvedde kâğıtları! Kitaplar her yerdeler, evinin en saygın konukları olduklarını hemen anlıyorsunuz.

Güleç yüzlü yardımcısı Hamdiye Bahriyeli biz konuşurken ara sıra yüzünde bir gülümseme ile kendini gösteriyor.  Birden kıkırdamaya başlıyor: "Şaşırtıcı olan ne, biliyor musunuz?  Çalışma hayatımda Tarık Dursun K. ile karşılaşmak benim için güzel bir rastlantı oldu.  Onun aracılığıyla dünyayı, insanlara ve kitaplara bakışım değişti” diyor. Tarık Dursun K. ile geçirilen zamanın kıymetini anlatmaya devam ediyor.  Hatta yazarın doğum günü için eve gelen konuklardan, yakınlarından ve okurlarından derlediği yazılardan oluşan “Öpüldünüz Çocuklar” kitabını gösteriyor.  Ona, bir yazarla yaşamanın getirdiği bir armağan olmuş bu kitap.  “Tarık Dursun K. ile yaşamanın değerini bil” diyorum.  “Hiç kimse ile konuşmak veya bir araya gelmek zorunda kalmazsın. Öyle özel, öyle zengin bir dünyaya adım atmışsın ki!  Bak sen de yazar oldun” diye Hamdiye’yle şakalaşıyorum.
Tarık Dursun K. ile göz göze geliyorum. Bugün sizinle sohbet edelim, ne dersiniz? diye soruyorum. Tatlı bir sohbet olsun istiyorum, onu sıkmadan keyifli bir iki saat geçirelim, edebiyattan söz edelim.

Türk okurunu nasıl buluyorsunuz?
Ben şimdi size bir şey söyleyeyim -bu ülke aydınlıktan karanlığa gidiyor.  Oysa yine aynı ülke karanlıktan aydınlığa gitmişti. Bir defa şunun üzerinde anlaşmamız gerek.  Biz kitap seven bir ülke ve bir ulus değiliz. Düşünebiliyor musunuz zorunlu ihtiyaç maddesi olarak kitap l7. küsurlarda ama kâğıt tüketimi bakımından kıçımıza kullandığımız kâğıt 15. sırada.  Başa dönelim bu ülkede medya iyi ya da kötü niyetle olsun kitap ekleri veriyor.  Bu verdiği kitap eklerinde bir hafta içinde yüzün üstünde kitabın tanıtımı yapılıyor. Yani şunu demeye getiriyorum. Bu ülkede yılda üç bin kitap yayımlanıyor.  Peki, bu üç bin kitap okunuyor mu?  Yoksa başka gelir kaynaklarına yasallaşsın diye zarar hanesine mi yazılıyor?  Şimdi durup düşünmemeli miyiz yılda üç bin kitap yayına verilirken yani bizim hepimizin insanlığın bugünkü yerinde değil çok daha farklı yerlerde olması gerekmez mi?

Bu ülke 30 yıl süren ve 30. yılı da bitip bitmeyeceği bilinmeyen bir iç savaş yaşadı ve yaşıyor da.  Bir ülkede durup dururken neden iç savaş çıksın? Şundan dolayı çıksın.  Silah ticareti, uyuşturucu, sigara kaçakçılığı, insan kaçakçılığı, beyaz kadın ticareti, porno kitap, dergi ve film gibi bütün bunlar üretildiği ve tüketildiği için – vergi derdi de yok- son derece yağlı ballı bir iş alanı çıkıyor. Kimi dışarıdaki dış güçler tarafından bir toplumun aklından bile geçirmediği eğilimlerinin üzerine gidilip toplumu tahrik etmeye gidiyorlar.  Bu arada toplumdaki değerler skalası inanılmaz erozyona uğruyor.  Bu ortamda toplum inanılmaz değer erozyonuna uğruyor.  Sözgelişi, bayrak, şehitlik gibi kavramlar bir ülkede erozyona uğrarsa, onu iç uçuruma itecek noktaya getirir. Sonunda ne olur?  Olanları gördük, olacakları da. Kör değilse bir toplum, rahatlıkla görebilir. Biz yaşlı bir kuşağız.  Devrim yapabilmek için gerekli olan gücü biz tükettik. Bakın şimdi edebiyattan bir örnek vereyim.  Benim içinde bulunduğum kuşak 50 kuşağı olarak tanımlanır ve nitelendirilir.  Rauf Mutluay, Cahit Orhan Tütengil, Cahit Öztelli, Hikmet Dizdaroğlu, Behçet Necatigil, Adnan Berk ve daha birçok iyi öğretmenlerin elinde yetiştik. Ama biz kuşak olarak onların bize uyguladıkları, “iyi, yurdunu seven yurttaş, yurduna yararlı olacak niteliklerle donanımlı” öğrenciler yetiştiremedik.

Oğlumun kuşağı, 68 kuşağı liseden sonra üniversite eğitimini iyi edinemedi. Çünkü fakülteler iki taraf olarak sağ, sol diye ayrılmışlar, silahlanmışlar ve birbirlerini öldürüyorlardı.  Bu kuşak üniversite eğitim alarak mezun olamadı. Anadolu’da beylik bir laf vardır. Yazmadan kâtip, gezmeden seyyah, okumadan âlim. Hâlâ toplumsal yaraları yadırgarım. Bu ‘68 kuşağı bugün Türkiye’yi yöneten kuşak.  Düşünebiliyor musunuz yazmadan kâtip, okumadan âlim, gezmeden seyyah bir kuşak!  Üstelik bilinçsizliğin tornasında eğrilip bükülerek ülkeyi bir cahiller egemenliğine teslim etmiş.

Biz şimdi politikadan konuştuk. Şimdi biraz edebiyattan söz edelim mi? Bizim işimiz edebiyat.
Evet, edebiyat ama benim bir mesleğim de gazetecilik. Size yeri gelmişken bir anımı anlatayım.  Milliyet gazetesinde çalışıyorum.  Abdi İpekçi sağ.  Onunla yazı İşleri odasındayız.  Çarpıcı bir konu yok mu diye soruyor bana. Türkiye çarpıcı konular kaynağı.  Bürodan çıkıp maça gittim.  Bir taraf yendi, bir taraf yenildi.  Aşağıya indim soyunma odasına.  Çok ünlü bir futbolcuya yaklaştım, dedim ki: “Sana haciz gelmiş, icra seni arıyormuş? Neden abi?” (O günlerde Türkiye ayağa kalkmış, taksitle ansiklopediler satılıyor.) Dedim ki: Evlat, sen taksite kitap almışsın.  Ne demek, abi!  Ben kitap almam ki!”

Kitaptan sporcular korkuyor değil, kitaptan siyasal iktidarlar korkuyor. Neden? Kitap okuyan, giderek değişime uğrayan, uğrayacak olan yeni bir insan tipi türetebilme gücüne sahip.  Kitap okuyan insan topluma, yaşadığı sınıfa, başka bir gözle bakmaya başlıyor.  Kitapla beslendikçe giderek düşünmeye başlıyor. Düşünme sondan bir evvelki durak.  Önce beyinde harekete geçen sorular kumkuması zamanla bütün kapı ve pencereleri açıyor. Ve okuyan vatandaş soran vatandaş oluyor.  Soran vatandaş da fatura kesen bir duruma geliyor. Şimdi çocuklardan örnek alalım.  Soru sordukça kişiliği gelişiyor, yanı sıra hesap sormaya başlıyor.  Erişkinler de çocuklar gibi hesap sorucu oluyor.  Bu kitabın gizem dolu gücünün kanıtıdır.  Kitabın yayılma, etkileme gücüne benzer güç olarak yalnızca sinemada ve tiyatroda vardır.

Ona göre hikâye, insanın dış dünyadaki ve kendi içindeki gerçeğin ortaya çıkmasına hizmet ettiği ölçüde bir kıymet ifade eder. Hikâye anlatmayı insanın dışarıdaki ve içindeki dramını, dönüşümünü ve kırılma anlarını yansıtabilmek için bir vasıta olarak görür.  Bu kırılma noktalarını, bireysel ve sosyal dramı, yoğun gözlemlerle yansıtırken kendi tecrübelerine de oldukça yer verir. Yapıtlarını “yaşadıklarını ve gözlediklerini yazmak” fikri üzerine inşa eder. Hikâyelerini yazarken olaylara tanıklık etmiş gerçek kişilerle görüşmüş, onlarla uzun röportajlar yapmıştır.

Bir yazıda edebi yapıtların ruhsal iç mekânlar ile yaşanılan dış mekânların birbirinin yansımsı olduğunu, içsel ve dışsal bütünlüğün birbiriyle bağlantılı olduğunu okuduğumu hatırlıyorum. ‘Kurşun Ata Ata Biter’ romanında eşya ve mekânı, insanların psikolojilerini yansıtabilmek için kullanmıştır.  İnsanların umutsuzluklarını ve bunalımlarını, mekânlardaki eşyaları canlandırarak yansıtır. Bir bacağı kesilen Cevahir’in psikolojisi koltuk değneklerini canlandırarak anlatmıştır:  İki koltuk değneği duvara dayalıydı. Çöken alacakaranlıkla yadırgatıgıcı bir görünümdeydi ikisi de. Duvara çöreklenmiş iki yılanı andırıyorlardı. Bükülmüş, kuyruklarını başları üstünden geçirerek ürkünç biçimler almış iki değişik yılandılar.

Tarık Dursun sevecen, şeffaf ve uzlaşan bir tutum içinde.  Bir soru sorduğumda, sürekli olarak açıkça bana ne demek istediğimi sorarak kolayca başka bir konuya geçmiyor.  Sevimli ve cana yakın ve üç saatlik bir konuşmanın geçen ilk çeyreğinden sonra da oldukça hevesli ve ilgili.

Yıl l951’dır. Devr-i Âlem adlı ortak şiir kitabında şiirlerini yayınlanır.  “Şiir, benim ‘harcım’ değildi, hiçbir zaman da olmadı.  Şiir türler içinde en ‘zor’ olanı diye düşünüyor.  Gençliğimde özellikle benim kuşağımın gençliğinde şiir baş tacı ediliyordu, hikâye, ‘ikinci sınıf muamele” görüyordu diyor.  O ‘50’li yıllarda dergi sayısı da azdı.  Düşünebiliyor musunuz, bir ‘Varlık’ vardı, bir ‘Yeditepe’, bir de Avni Dökmeci’nin şiir ağırlıklı ‘Kaynak’ dergisi.

Yıl l955’dir. Hasangiller yayınlanmıştır; yaşı yirmi dörttür.

Parmakları sadece tuşa basacak.  Sürekli belli bir ritimde basacak. Tıktıklar devam edecek.  Ne zaman ara verse, içinde dayanılmaz bir özlem doğacak.  İlk fırsatta bir şeyler yazmak için bahaneler bulup yine o yazı metnini tutsak edecek kendini. Yazarken ne yazdığını bilecek mi?  Gerçekleri mi yazacak?  Yalanları mı?  Hiç bilmeyecek.  Sadece yazacak.  O günler Steinbeck, Gorki, Hemingway, İstrati, Remaque okur. Çehov’la Maupassant oburu olduğu hikâyecilerdir.

Her şeye hazırdı, özgürdü, sonunda yaşamaya, başka bir dünyada yeniden doğmaya, uyurken bile hayata gülümsemeye kararlıydı.  Ah! Hayat!  Sık sık hayalini kurduğu o özgürlük, o yaşama sevinci, o baş döndürücü tutku!  Bir de küçük bir tutku besliyordu, yani ondan büyük bir özveri bekleyen, yepyeni ve kışkırtıcı, pırıl pırıl ve baş döndürücü bir ‘yazı’ya ilişkin bir hayali vardı.  Büyülü cümlelerin dehlizlerini izleyerek edebiyatta yol almak.  Kendi yüreğinin sırlarını açıklamak, damarlarındaki çılgınlığın ve bilinçaltına hapsedilmiş cesaretin birazını yazdığı metne taşımayı arzuluyordu.  Bilirsiniz hayal kurmak tatlıdır, hem de bedavadır, ayrıca insana güven de verir.  Bir de edebiyatçıysanız, tam doğru yerdesinizdir.

İlk edebiyata başladığı yıllarda gözde bir hikâyeci kuşağı vardı.  Bu kuşak Sait Faik, Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kenan Hulusi, Refik Halid, İlhan Tarus, F. Celatettin, Oktay Akbal, Samim Kocagöz ve Fahri Erdinç’ten oluşuyordu.  Birbirlerine pek benzemeyen öykücülerdi bunlar.  Bu hikâyeciler olağanüstü bir üretkenliği sürdürüyorlardı.  Çıraklığında ona arka çıkmış yazarlar Orhan Kemal, Oktay Akbal ve İlhan Tarus olur.  Özellikle Orhan Kemal.

Tarık Dursun K.’nın yapıtları hayatından izler taşır, kendi deneyimlerini anlatır. Çocukluk anıları, politik düşünceleri, bir gazeteci olarak yaşadığı kültür zenginliği ve eşitsizliğe karşı olan isyanı, eserlerinin beslendikleri atardamarlardır.

Ve anlatmaya devam ediyor.

Bütün sermayemi İzmir’den devşirdim ben.  İzmir olmasaydı, ne yapardım, bilemiyorum.  İzmir’den çıkacak daha o kadar çok konu ve insan kaynağı var ki! Herkesin hayatı roman, ama İzmirlinin hayatı da, romanı da çok değişik. Oradaki renkliliği başka hiçbir kentte bulamazsınız.  Ben bulamadım, itiraf ederim.

Bugün İzmir kentinin geçirmiş olduğu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Çocukluğunuzun eski İzmir’ine bir özlem taşıyor musunuz?
Benim 50 kusur yıldan bu yana “a babam de babam” yazıp çizdiğim İzmir çağa uygun olarak değişime uğruyor.  Uğraması da kaçınılmaz.  Bir de İzmirli diyalektiğe vurgun yaşar tabiatı gereği.

Günümüz Türkiye’sini edebiyat yönünden değerlendirebilir misiniz?
Bu ülkede Aziz Nesin’in deyişiyle dört insandan beşi şairdir.  Bu ülkede yazar gereğinden fazla var ama iyi okur yok.  Davul tozu, minare gölgesi eski usulde hiçbir değeri olmayan, hatta değeri tartışmaya uğrayacak yazarlar ve kitaplar yayımlanıyor.  Ben öncelikle şunu savunuyorum: okur, okur, okur...  Önce kitap alma alışkanlığını yaratmak lazım.  Bu ülkede iyi kitaba, iyi okur yetiştirmek üzere yönlendirecek ne bir kişi var, ne bir güç.  Herkes karanlıkta, filleri tarif etmeye çalışıyor.

Öykünün başlı başına bir anlatım sanatı olduğu, ne anlatıldığı kadar, nasıl anlatmalı kaygısını da öncelemiş bir yazarsınız. Bireyden, bireyin dünyasını yansıtırken toplumu da anlamaya yöneldiniz. Toplumcu gerçekçi yönelimde ürün veren öykücülerimizdensiniz. Bu öyküler demetinden yazarken size en çok etkileyen hangi öykünüz/öykülerinizden söz eder misiniz? Örneğin, Sait Faik gibi “yazmasaydım ölecektim” diyeceğiniz bir durum/bir tanıklık? Konunun sizi baştan çıkardığı bir durumdan, örneğin?
Yazdım değil yazamadım.  O kadar dokundu ki, yazamadım. Size anlatayım.  Bir zamanlar yakından tanıdığım genç bir adamın hikâyesi.  Gerçeğe göre hikâye şöyle başlıyor.  Delikanlı dul annesiyle birlikte yaşamaktadır.  Yaşı 20 sularında olsa gerek.  Eve geliyor, kapıyı açıyor, birdenbire şaşırıyor. İşte herhangi bir aile faciasıyla karşılaşacağı andır bu.  Anadolu’nun geleneksel ayakkabı çıkarma adedi vardır.  Kapının arkasında ayakkabısını çıkarır, bir de bakar ki bir erkek ayakkabısı vardır.  Bir büyük ayakkabısı.  Yavaşça omzuyla kapıyı iter.  O anda banyodan yatak odasına doğru koridorda hızla bir adam çırılçıplak lavabodan çıkmaktadır.  Annesinin patronunu tanır.  Portmantonun çekmecesinde sustalı bıçak koleksiyonu vardır.  Çekmeceden bir bıçak alır derhal yatak odasına gider.  Şaaak… Sustalı bıçak elinde gözü dönmüş delikanlı telefonu alıp annesinin boşandığı kocasının abisini yani amcasını arar. Cehennemde 5 gün… Dedesi gelir anlatır, babası gelir anlatır.  Bu arada duvarla sırtı arasındaki dengesi kaybolur.  Dizleri bükülür, düşmeden önce sırtı duvara yaslansa da tutunamaz.  Duvar onu kendine çeker.  Kayar kayar kayar... Bükülmüş dizleri onu taşıyamaz, gövdesinin üstüne kıç üstü oturur.  Vınlayan bir sesle (ona öyle mi gelmişti ne?) sonra iki gözünün iki alt kapakları, sonra üst kapakları üst üste biner.  Çok uykusu gelmiştir…

Bir öykü daha…

Vehbi Koç’un Haliç’te bir fabrikası vardı.  Demir döküm fabrikası.  Sendika işveren iş uyuşmazlığı nedeniyle işçiler fabrikayı üç gün işgal ediyorlar.  O zamanlar Vatan gazetesindeydim.  Ben üç gün, üç gece gazeteci olarak olayları izledim.  Gördüklerimi bugün de yazmak istememe rağmen yazamadım.

Üçüncü hikâye

Mahabat Cumhuriyeti: Şimdi Doğu Anadolu haritasını gözünüzün önüne getirin. Rusya, Azerbaycan, İran, sonra Suriye…  İkinci Dünya Savaşı sırasında o bölgede Mahabat diye bir kasaba var.  Bir Kürt Cumhuriyeti ilan ediliyor; Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Bakanlar heyeti olan bu Kürt Cumhuriyeti otuz üç gün sürüyor.  Sonra bu hareket Amerika tarafından bastırılıyor. Bu da bir başka hüzünlü hikâye.

Siz bizzat o bölgeye gittiniz mi?
Ben gitmedim ama gidenler yaşadılar.

Bir röportajınızda kendinize usta olarak sizden önceki kuşaktan Orhan Kemal’ın adını veriyorsunuz. 1984 yılında “Kurşun Ata Ata Biter” romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı alıyorsunuz. Ödülü aldığınızdaki duygularınızı anlatır mısınız?
Bir yazar adayı olarak, sizden önce gelmiş, ustalığı tartışmasız kanıtlanmış birini rehber olarak kabullenmiş onun izinden giden bir yazar olabilirsiniz.  Burada tehlikeli olan yeri geldiğinde öncü usta etkisinden kurtulmamaktır.  Yoksa musikimizde Mustafa Kovanca'nın Münir Nurettin Selçuk'un etkisinden kurtulamaması örnek gösterilebilir.  Münir Nurettin varken ben feşmakamı ne yapayım?  Ustalık dediğimiz olgu skalanın en altından başlayıp aşama aşama en üst çizgiye varması bir tehlikeyi de beraberinde getirir.  O da şudur: Acemilik ustalığa dönüşmedikçe usta adayının ayağını prangala istediği kadar yırtınsın, ben ustalıktan prangalar eskittim desin. Ustalık, peşinde koşulmasını sever, o yüzden o kaçar, güzel acemi kovalar.  Yakaladığı anda (fuhuş) vuku bulur.  Bu “vuslat” olayında sağlıklı ürünler verir.  Eğer doğum tutmaz, döl zayıf gelirse “vuslat” bir başka bahara kalır.  O zaman adama derler ya “arkadaş sen ağzınla kuş tutsan değil hikâyeci, bir (b.k) olamazsın.  O yüzden hikâyenin yakasından düş.

Öyküde senfonik bir söylem kurabilen ender anlatıcılardan birisiniz. Metnin ritmi, müziğine önem veriyorsunuz? Bu müzik duygusunu nasıl gerçekleştiriyorsunuz. Yazıya ilk şiirle başladığınızı biliyoruz. Öyküde şair yanınız mı ön plana çıkıyor?
Bu soruya dürüstçe karşılık vermek gerekirse şiire karşı duyduğum saygımdan kaynaklanır.  Ben çok istememe karşılık şiirin üstesinden bir türlü gelemedim. Bunun burukluğunu (burukluğun beceriksizliği ya da beceriksizliğin burukluğunu)her zaman doğduğumdan bu yaşıma kadar beni sadık bir köpek gibi izleyen yoksulluğum gibi taşıdım.  Şairler ne menem kişilerdir ki bir mali müşavirden daha iyi daha hesabi bir kelime cambazlığı yaparak yazarlar.  Kelime cambazlığı hakkından ferah faruh gelirler.  Bunun karşılığında kelime ekonomisini sahiplenirler.  Bize de onların sunduğu damıtılmış dilimiz kalır. (Lisanımız) *

Bakın en müsrif kelime harcayan romandır.  Şimdi ben burada size bir örnek vereyim.  Nobel ödülüne aday gösterilen onlarca dile çevrilen (Nobel almasına karşılık biraz ayıp olacak ama benim pek de hoşlanmadığım Orhan Pamuk) Yaşar Kemal size yeminle söyleyeyim Türkçemizde roman türü içindeki yazılmış eserlerden Yaşar Kemal’in bütün yazılarını alın roman kurallarına şablon geçirip baktığınızda bu kelime lisanı en elle tutulur.  Yaşar Kemal’in dil kullanışına gelince; Yaşar Kemal öylesine güzel bir kelime savrukluğu yapar ki kızamazsınız; hatta geleneksel ulusal yalakalığımız sizden Yaşar Kemal adına puan toplar.  Söz gelişi Yaşar Kemal herhangi bir romanının ilk sayfasında diyelim bir atlıyı yola çıkarır.  At ve atlı sayfalar dolusu varacağı yer neresi ise (orası da pek belli değildir ya) bin bir çeşit doğa yaratıklarının önünde, ardında, sağında, solunda kördüğümle bağlar.  Ve bir idam mahkûmunun sehpaya gidişindeki ağırlıkla sayfalar dolusu yazar.  Bu Yaşar Kemal’in türünde bir romanı yine Yaşar Kemal aracılığında ortalama bir hesapla elli ile seksen sayfa arasında sizi koluna takıp yerden göğe, yılanlar, solucanlar, kurumuş otlar, çürüyen otlar bin bir çeşit meyveye durmuş ağaçlar, akarsular, v.b. arasından, yanından, sağından, solundan sizi de tatlı ve itiraz etmek istemenize rağmen itiraz edemeyeceğiniz bir çekişme sonunda bir suyun başına getirir.  Sonunda atını bir pınarın başında sular.  O sırada uzaktan bir atlı pınara gelmektedir. O da gelir atından iner hayvanını sular.  Bu sırada yeni gelen atlı sizi şaşkınlığa uğratan bir çabuklukla atına biner ve 80 kusur sayfa peşine takip ettirdiği öbür atlıyı gerisinde bırakır.  Ve okurunu bu yeni atlının peşine takar.  Peki, güzel hoş da, biz 80 sayfa ağaç mağaç, börtü böcek, bulut mulut, yerden gökten çerden çöpten niye okuduk?  Eğer işlevleri yok idiyse, roman ilerledikçe okur buna tanıklık edecektir.  Evet, kelimelerin gücü.  Şunu açıkça söylemeliyim bütün bu kelime savrukluğuna meydan okuyan Yaşar Kemal büyük yazardır.  Unutmamak gerekir Yaşar Kemal'i Yaşar Kemal yapan Yaşar Kemal kusurlarıdır.

“Hikâye yazmak, tıpkı şiir gibi bireysel bir iştir” derken öyküyle şiiri yan yana getiriyorsunuz. Öykülerinizde deneme, anı türüne yaklaştığınız da dikkat çekiyor ayrıca. Bir öykücü olarak bize öykü anlayışınızı nasıl açıklarsınız?
Doğrudur.  Zaten ana amaç da dikkat çekmektir.  Ben onu yaptım.  Yapmayı da sürdüreceğim.  Edebiyata sınırlı bir bakış açısıyla bakmamalıyız.  Dünyamıza pencereden, balkondan, dar da olsa, geniş de olsa bir perspektiften baktığınızda sizin dünyanızla pencerelerden bakarak gördüğünüz insanların dünyası eş değerde değildir.  Zaten öyle olsa, kişiliksiz ve kimliksiz yığınlarla eşleştiriliriz, kişiliğimiz de olmaz.  İşte bu gördüğümüz insanların sorunlarıyla, duygusal hamallıklarıyla gerçeklere bakış açınızla gözleri bağlı dolap beygirleri ya da at gözlüğü takmadan bakabilmeliyiz.  Bir anımı anlatayım.  Abdi İpekçi bir gün yanında yabancı bir gazeteciyle odama girdi.  Beni ona şöyle tanıttı. “Pirinç tanesi üzerine yazı yazar ve okutur.”

Beni televizyondan Foça Belediyesinin onun hayatını konu alan; “İmbatla Dol Kalbim” belgeselini izlemeye davet ediyor.  Kendisinin aşırı duygusal bir kişi olduğunu tahmin etmek zor değil.  Bu kitaplarında aşıladığı bir karakteristik özellik. Yazarlık uğraşı ona büyük bir tatmin, gönül rahatlığı ve iç huzuru verdiğini anlıyorum. Sonuç olarak açık ve net bir şekilde "Bu hayatımdaki en önemli şey benim için," diyen sesini duyar gibi oluyorum. “İşte böyle biriktiriyorum günlerimi. İnsan yaşlandıkça yürüdüğü yol da daha çetinleşiyor. Anılar duman içinde kayboluyor. Farklı olaylar, bir sürü düşünce, birkaç gelip geçici düş bilince girmenin yolunu buluyor. Ne zaman, nasıl gelecekleri bilinmeden, birleşerek ya da ayrı ayrı, bir çocuk oyunu gibi kalaydoskoptaki şekiller gibi... Bazen ciddiyetle, genellikle eğlenceli biçimde.”  İç sesi konuşmaya devam ediyor.

Onun için “yazmak”, omuzlarına yüklenen düşünceleri de beraberinde sürükleyerek dile taşımak.  Onun için “yazmak” saf, berrak, ahenkli, akıcı, ezgiden daha okşayıcı bir dil bulmak.  “Yazmak” biçimbilimin ve sözdiziminin koyduğu sınırların ötesine geçen bir dil yaratmak.  “Yazmak” kederleri ve sevinçleri, yalnızlığı ve avuntuyu, şaşkınlığı ve bekleyişi, tereddüdü ve kararlılığı, güçsüzlüğü ve cesareti, dinginliği ve sabırsızlığı, soyluluğu ve acımasızlığı, alçakgönüllülüğü ve kibri, acıyı ve utancı anlatan bir dil yaratmak…

Bu tatlı sohbetin sonu hiç gelsin istemiyorum.  Ancak o yüzünde büyük bir ciddiyetle “vücudunuzda sıcak su tutmayın” diyerek koltuktan kalkınca etrafta bir kahkahadır kopuyor.

İşte size Türk edebiyat dünyasının ulu çınarı, onuru, üstat Tarık Dursun K. ile geçirdiğim üç saatin özeti.  Gerçekten de onunla karşılaşmak, oturmak, sohbet etmek bana müthiş bir keyif verdi.  Zeki esprileri, kırıp geçiren fıkraları ile doğrusu sohbete kattığı renk bambaşka oldu.  Eve giderken beni bir endişedir aldı.  Nasıl anlatacaktım onu?  Düşündükçe Tarık Dursun K. anlatmakla bitmez dedim kendi kendime. Tarık Dursun K.’nın edebiyatının ana öğesi yaşamı övmek, yaşamaktan duyduğu şükranı dile getirmek.  O ciddi haz arama işinde, zihninin harika oyunlarında, her zaman alttan alta bir hüzün hissetse de, yaşam oburu ve yazma oburu olmayı hep sürdürecek.

Raşel Rakella Asal
17 Nisan 2013


 

Kitaplarından bazılarının kapakları