Fergun ÖZELLİ |
Fergun Özelli, 1955’de Ilgaz’da doğdu. Çocukluk ve gençlik yılları İzmir’in Damlacık semtiyle Seferihisar ve Karşıyaka ilçelerinde geçti.
İlk ve ortaokulu Seferihisar’da, liseyi İzmir Atatürk Lisesi’nde okudu. Ege Üniversitesi İşletme Fakültesi Finansman bölümünü bitirdi.
Özel şirketlerde mali işler yöneticisi olarak çalıştı. Halen, İzmir Karşıyaka ve Seferihisar’da yaşıyor.
İlk şiirleri, Dönemeç ve Yusufçuk dergilerinde tanıştı okuruyla. Kküçücük, Körfez ve Dilizi dergilerinin yayın kurullarında yer aldı.
Şiir kitapları,
Buralardan Gitmeliyim (Gündem Yay.1985),
Yirmi Dört Satır Yalnızlık, (Ayrım Şiir Yay.1990),
Aşkıya, (Piya
Yay.1997-1.Basım) (Kanguru Yay. 2010 -2.Basım),
Kilitli Defter, (Şiirden Yay.2005),
Narin Zehir, (İlya Yay.2007) yılında yayımlandı.
Öykü kitabı, Sarhoş Kapı, (Can Yay.2015) yılında yayımlandı.
2008 yılı Ocak ayında Hayri K. Yetik ile birlikte hazırladığı Şiir Kitapları ve Hayat 2007 yıllığı İlya İzmir Yayınları arasında yayınlandı.
Orhan Alkaya ile birlikte düzenledikleri çok dilli Seyfi Turan Şiiri, (Evrensel Yay. 2014) yılında yayımlandı.
Buralardan Gitmeliyim isimli şiiri, Erhan Doğan tarafından bestelendi, Atilla Atasoy ve Düş Gezginleri tarafından ayrı ayrı seslendirildi.
Aşkıya, 1998 yılı Türk Tabibler Birliği Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü, Ünal Ersözlü ile paylaştı.
|
|
|
|
Yazarın kitapları üzerine yazılar |
|
|
Fergun Özelli: Sarhoş Kapı
‘Yeni bir kitap, iktidardakileri anlatmalıdır mutlaka.’ |
“Şiirleriyle tanıdığınız Fergun Özelli, bir şairin elinden çıkma, ekonomik, cüretli, sarsıcı öyküler kaleme alıyor. Sarhoş Kapı’da yer alan öyküler “sıradan, gündelik” olaylara odaklanmıyor; düşünce dünyamıza, davranış biçimlerimize ve alışkanlıklarımıza “zarafetle” saldırıyor. Kendine özgü biçimi ve yaratıcı diliyle ilk satırlardan başlayarak “bizi rahatsız etmeye aday” olduğunu ortaya koyuyor. Siyasi göndermeler içeren, iktidar sorunuyla uğraşan, kişinin iktidara karşı gelirken günlük yaşamındaki daha küçük ve bireysel iktidarları da göz ardı etmemesi gerektiğini söyleyen metinler bunlar. Son yıllarda yaşadığımız olaylarla iç dünyamız arasında gerçekleşen davetkâr bir yüzleşme…” Fergun Özelli ile Sarhoş Kapı’yı konuştuk.
Sarhoş Kapı ilk bakışta dikkat çekici biçimde fotografik öykülerden oluşuyor. Kimi öyküler fotoğraf ve desenlerden hareketle yazılmış olsalar da, diğerleri de en az onlar kadar bu hissi diri tutuyor. Hem Sarhoş Kapı özelinde hem de genel anlamda öyküler, bazı fotoğrafları metne dönüştürüyor demek ne derece doğru olur?
Sanıyorum, “Hiç durmadan akıp giden görüntüler dünyasında yaşıyoruz.” diye bir cümle kursam, pek de yalan söylemiş olmam. Ayrıca, ismine, “gün, ay, yıl, saat, dakika, saniye, salise” dediğimiz “an”lardan oluşan, ne olduğunu pek de bilemediğimiz “zaman” kavramının içinde ve onun, “sabah, öğle, akşam” diye isimlendirdiğimiz bölümlerinde, hiç kesilmeyen bir “görüntü yağmuru” ya da daha doğru bir deyişle “görüntü bombardımanı” altında tutulmakta olduğumuzu da bir kenara not düşmem gerekli gibi. Son olarak da, kurduğum cümle ve kenara düştüğüm notun yanına, “okumaktan çok, görmekle anlayabilen bir canlı türü” olduğumuz kanımı da eklesem hiç fena olmaz.
Geçmişteki uzak ya da yakın tarihlerde, az önce sözünü ettiğim “görüntü bombardımanı”, daha doğal, daha içten, daha dar bir alandaydı kanımca. Ama günümüz dünyasında maruz kaldığımız ve ne yazık ki gelecekte de (bilip yaşadığımız gündelik hayatta çok farklı bir değişim/dönüşüm gerçekleşmedikçe) daha da şiddetle maruz kalacağımızı düşündüğüm “görüntü bombardımanı” hiç de doğal ve içten değil; üstelik kapsama alanı da yüzde yüz. Yaşayan “sistem” gereği, alabildiğine sahte ve aldatma, perdeleme, sürüleştirme vb. gibi iktidar stratejisi öngörülerine yönelik toplumsal algı planlaması unsurlarını da tıka basa içinde taşıyor.
Bizler ve her şey, “yaşamak” deyip geçtiğimiz, “ömür” diye de (istemeden de olsa) sınırladığımız bir süreç içinde, üretilmiş ya da ürettiğimiz madde ve mekânları, yaratılmış ya da yarattığımız canlı/cansızları, kendimiz ve başkalarını, bazen neşe, bazen hayret, bazen de öfkeyle görüp tozu dumana katarak, durmadan koşuyoruz; hedef neyse, neresiyse… Sonra da yaşamış ve yaşayan herkesin, oldukça büyük bir yüzdeyle, hiç sorgulamadan yinelediği bu eylemi, “hayat” diye tanımlıyoruz. İşte anlatmaya çalıştığım bu “hayat” kavramının tam da ortalık yerinde, hatta her tarafında, ismine “hız” denilmiş oldukça önemli bir kavram var. Bu “hız” kavramı, dünyayı sarıp sarmalamış, sarıp sarmalama araçlarını da birbirine sıkıca kilitleyerek dünyayı işgal etmiş “kapitalist uygarlığın” olmazsa olmazı. Çünkü hız artmadan kazanç artmıyor, gönüllü ya da gönülsüz kölelerin emir alması alabildiğine güçleşiyor. İşte bu bilgi de kapitalistler ve askeri sınıflarca, uzun yıllar, farklı sınırlar içinde, farklı bayraklar altında, sınana denene, çok iyi anlaşılıp içselleştirilmiş.
Evet, hayatımızın asla terk edemeyeceğimiz bir parçası artık “hız”; bu kesin. Ama tam da burada şu gerçekliği unutmamak gerekiyor: hızla döndürülen nesnelerde ve hızlanma gücü oldukça yükseltilmiş ulaşım araçlarında (şoför/kaptan ve hatta yolcular için) “hız” ne kadar arttırılırsa, tüm görüntü ve gerçeklikler de o oranda eriyip yok olur. İşte bu eriyip yok olma da tekleşme, şeyleşme hiçleşme ve renksizleşmeyi taşıyıp getirir beraberinde; bir çeşit askerileşmedir bu. Ya da daha ayrıntılı biçimde söylersem, kişinin, sürekli korku, panik ve güvensizlik ortamında olduğunu kendi içinde içselleştirmesi, kendisine olan güvenini tümden yitirmesi, başkaları tarafından (yani, kutsal ve erişilmez her şeyi bilen yöneticilerce) yönlendirilmeye alışması ve emir almadan olduğu yerden başka bir yere, değil adım atma, parmağını oynatamaması durumudur.
O zaman da, bu tekleşen, hiçleşen, şeyleşen ve renksizleşeni arayıp bulmak, yakından görüp tanımak ve bilmek için bir büyütece, dürbüne, teleskopa, mikroskoba, ultrasonografiye, MR (emar) ya da Pozitron Emisyon Tomogrofisi (PET/BT-CT) gibi nükleer tıp araçlarına ihtiyaç duyulur. Onlarla da artık görünmez olan ya da olanların hem yüzeysel hem de ayrıntılı fotoğraflarına ulaşılır. “Görmek” gerçekleşir. Ulaşılan fotoğraflarla önümüze gelen şeyler de gerçekliğin tutuklanmış “an”larıdır. Bu “an”lardan patolojik raporlara geçilir yavaşça. Patoloji raporlarının da biyoloji, fizik, kimya, matematik, astronomi, arkeoloji, sosyoloji, psikoloji vb. yorumlamalarına açılan daha geniş kapılar olacağı kesindir. Kısa ve çok kısa öykü de işte böyle bir şey bence. Sorunuzda işaret ettiğiniz tam da bu anlamdaki beceriyi Sarhoş Kapı’da gösterebilmişsem de ne mutlu bana.
 Aynı bağlamda şiir, öykü ve fotoğraf ilişkisinin en keyifli örneklerinden biri Sarhoş Kapı, disiplinler arasında bu bağ hakkında neler söyleyebilirsiniz? Sizin edebiyatınızda nasıl bir yansıması var bu bağın? Mayıs 1980 tarihinde İzmir’de yayımlanıp Türkiye’ye dağılan “küçücük” isimli edebiyat sanat dergisinin 9. sayısında yer alan “Senfonik şiir diye bir şiir” yazımda, Sevgi Soysal’ın 31.05.1974 tarihli Milliyet Sanat Dergisi’nde yayımlanan bir konuşmasından, “… çağdaş özlere çağdaş biçimler aramak, uzaya gidilen, televizyonlu bir çağda yaşadığımızı unutmamak zorundayız.” diyen bir alıntı aktarmışım. Ardından da Senfonik Şiir’in kurulabilmesi için, “Tüm yazın dallarının şiir için zorlanması gerekmektedir. …tiyatro olgusunu göz ardı etmeden…” diye buyurmuşum. Demek ki, ta o zamanlardan takmışım kafama, çağdaş özler, çağdaş biçimler ve sanatların birlikteliğini. Demem o ki, kişinin düşüncesi bu olunca, zamanla işine de yansıyıp “Ben buradayım!” dedirtiyor dert edindiğine.
Özetleyeyim, sanatların birlikteliğinden yana oldum hep. Şiirde de bunu yapmaya çalıştım, denemede ve öyküde de. Belki de o yüzden, sizin de altını çizdiğiniz gibi, Sarhoş Kapı’da, şiir, öykü ve fotoğrafın yanında, müzik, sinema, karikatür, deneme, günce, yergi, tiyatro, hatta roman bile yan yana gelmiş olabilir; neden olmasın?
“…elime geçen iktidar fırsatlarını keyifle terk edişime herkesin kahkahalarla gülmesini de hiçbir zaman umursamazdım,” diyor Sarhoş Kapı öyküsünün anlatıcısı. Sarhoş Kapı öyküsünün kitaba adını vermesinde bu tümcenin etkili olduğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum? Bu kitaptaki öykülerin odağındaki kişiler, bir şekilde iktidarın yanında durmayan kimseler diyebilir miyiz?
Öncelikle, CNBC isimli televizyon kanalında, bir iki sezondur gösterimde olan “Vikings” dizi filminden bir alıntı düşeyim şuracığa: “Güç, sarhoş edici ve büyüleyicidir oğlum; işte o yüzden hep kaçtım ondan. Çünkü gücü kazanmak, başkalarının karşısında eğilmeyi de beraberinde getirir.” Evet, kesinlikle katılıyorum bu cümleye… Sarhoş Kapı’da yer alan öykülerin odağında bulunan kişiler de büyük bir yüzdeyle iktidarın yanında durmayan kimseler. Çünkü iktidar, aşağılık duygusuyla erişilmeye çalışılan korkunç bir bencillik ve tedavisi mümkün olmayan bir zavallılıktır aslında. Onu elinde bulundurmaya çalışan ve iktidar nimetlerinden yararlanmak isteyen kesimlere bazen uzun bazen kısa zevkler taşır. Ama doğada hiçbir iktidar sürekli değildir, anlıktır. İktidar, ya örgütlenmiş bireysel, toplumsal direnişlerle ortadan kaldırılır ya kendi içindeki iktidar savaşlarıyla erir; bazen de doğanın (herkese eşit uzaklıktaki) o acımasız adaletiyle. Ama şu da bir özeleştiridir: yeni bir kitap iktidardakileri anlatmalıdır mutlaka.
Çekirdek Aile ve Urgan öyküleri, art arda gelişinden ötürü olmadığını düşündüğüm bir biçimde, iki yansıma gibi görünüyor. Olayın iki farklı yüzünü gösteriyor sanki. Diğer öyküler açısından böyle bir durumun varlığından söz etmek zor, bu iki öykünün özel durumunun sebebi nedir? Hangi sebep böyle bir yansımayı doğurdu?
Öyküleri kapsayan takvim yaprakları, ülkemiz tarihindeki ikinci büyük kırılma ve ayrışma düdüğünün çalındığı bir zaman dilimini kapsamakta. Olaylar da o dönemde yaşayıp aynı tekçi ve otoriter dünya görüşünü canı gönülden sevmiş ama bu dünya görüşünü, (görüntü, hitap ve davranış anlamında) farklı kişi ve kuruluşlarla içine sindirip benimsemiş (ve elbette bunu da bir özgürlük olarak kabul etmiş) “sistem içi” insanların, yaşanan gerçeklik karşısında aldıkları farklı tavırları yansıtmakta, sizin de belirttiğiniz gibi. O küçücük ayrıntıları gözlemleyip yaşayanlar, sanırım oldukça da fazladır ülkemiz insanlarında.
Bu anlamda, Çekirdek Aile ve Urgan öykülerinin özel durumuna gelince… O dönemi yaşamış ya da okuyup dinlemiş insanların, (bu topraklarda yapılmasına pek de alışık olmadığımız) “öteki”ni dinlemesi, “öteki”ni anlaması, “öteki”yle birlikte saygı ve muhabbetle yaşaması ve elbette hayatı eşitlikçi bir şekilde paylaşması adına, “öteki”ni de içeren bir yol, bir çıkış arayıp bulması, o yolu, o çıkışı yaratma çabası ya da o çabanın olup olamayacağını sorgulama/sorgulatma isteğidir diyebilirim kısaca. Böyle bir yansımanın doğuş nedeni de, o minik ayrıntıları, oldukça büyük bir kalabalığın yaptığı gibi yaşayıp geçmek, unutup unutturmak değil, inadına, köşeye, kenara, kuytuya, ücraya, küçük de olsa bir not düşmek, görünür kılmak ve sürekli anımsatmak üzerinden düşünülmelidir.
Kitabın arka kapak yazısında “…kişinin iktidara karşı gelirken günlük yaşamındaki daha küçük ve bireysel iktidarları göz ardı etmemesi gerektiğini söyleyen metinler bunlar,” deniliyor. İktidar meselesi aşıldığı takdirde, aşılabilirse eğer, çok daha iyi mi olacak her şey?
İktidar meselesi aşıldığında, bu önemli meseleyi gizlemek için kullanılan ırk, din, cinsiyet, vatan, bayrak vb. gibi “kutsal” örtüler sıyrıldığında, kişiler ve toplumlar, çırılçıplak kalacaktır. İnsan olmak gerçekten güzel bir şeyse, gerçekten “insan” ve “dünyalı” olunacaktır. Sorular, sorunlar, sorgulamalar ve yaşama biçimleri başka bir pratiğe dönüşecek, yeni ufuklar açılacak ve “hayat”, özgürlükçü-eşitlikçi-paylaşımcı bir kapsamda, pek de alışılmadık bir boyuta atlayacaktır.
İktidar bağlamında, bu “sorunun” çözülmesi konuşulurken sözü edilen bir biçimde sınıfsızlık mı, hiyerarşik yapının olmayışı mı, rütbesizlik mi? İktidarın zulmünden, baskısından kurtulmak konuşulduğunda aslında sözü edilen, çıkış yolu olarak gösterilen ve gösterilebilecek olan şey ne olabilir?
Bir zamanlar şöyle bir slogan vardı: “Söz, yetki, karar, iktidar; halka!” Ben bu sloganın hâlâ doğru ve hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum. Evet, aile dâhil, en küçük örgütlenme biriminden en büyük örgütlenme birimine kadar, “sınıfsızlık, hiyerarşik yapının olmayışı ve rütbesizlik” çerçevesinde büyüyüp gelişmeli hayat dediğimiz; yani, özyönetimle. Elbette ki bir başka önemli sloganın da desteğiyle: “Üreten biziz, yöneten de biz olacağız!”; ta ki gerçek anlamda dünyalı olana kadar.
Öykülerde, ortak izleklerden biri “üniformalılar” olarak ifade edilen kimselerin öldürdüğü insanlar, toplu kıyımlar… Üniformalıların kim olduğunu az çok anlıyoruz fakat yine de sormak isterim: Kimdir bu üniformalılar? Bu kıyımların, ölümlerin tek müsebbibi üniformalılar demek ne derece doğru olur? Arkada, destekçi başka kimseler de yok mu dersiniz?
Üniforma, İngilizce “uniform” sözcüğünden geliyor kök olarak; Türkçesi de, “üniforma, tek biçimli, aynı, birörnek, düzenli” sözcükleriyle anlamlanıp netleşiyor. İnsanlığın geçmişine bakarsak, en net olarak, üç kurumda görülür üniforma: din, hukuk ve ordu. Bu üç yapı da, (yakından bakılırsa) yönetenlerin yönetilenleri zapturapt altına almak için kullandığı “kurulu nizam” soyutlamasıyla çok yakından ilgili, hatta iç içe geçmiş, korkutma, sindirme ve benimsetip razı etme araçlarıdır. Üniformalılar, giydikleri giysileriyle ayrışırlar yönetilenlerden. Üstlerindeki birörnek giysileri süsleyen şatafatlı, ürkütücü simgeler de yönetenlerin (ordu/polis anlamında) şiddet/terör gücünü, (hukuk anlamında) sözünün üstüne söz söylenemeyeceğini, (din anlamında) baş eğmenin, benimsemenin, sığınmanın erdemini temsil eder.
Ama şimdi, İzmir Atatürk Lisesi’nde okurken, derslerinden hep keyif aldığım, tarih öğretmenim sevgiliGarra Sarmat’ın “Bütün savaşların nedeni ekonomidir!” cümlesini, tam da burada yeniden anımsamak gerekli diye düşünüyorum açıkçası. Çünkü ancak o zaman, iktidar, ekonomi ve üniforma sözcüklerini yan yana getirip yönetenler ve yönetilenler arasındaki sınıf mücadelesi tanımını, unutulduğu raflardan indirip günümüze bile uyarlayabilirim. Bu tanımlama ve uyarlamalardan sonra da sorunuzdaki “destekçiler” bilmecesini, sanırım daha kolaylıkla çözebilirim.
Sarhoş Kapı’nın en kısa öykülerinden biri olarak gösterilebilecek Barış’ta “Sahi, neydi barış?” sorusunda kilitleniyor her şey. Barışı daha çok konuştuğumuz, belki konuşurken öldüğümüz şu günlerde bu izlekten soruyu size yöneltmek isterim: “Sahi, neydi barış?”
Herkesin ama herkesin, ancak ve ancak,
1- Kimseye eğilmeden (kendi üstünde tahakküm kurdurmadan), kimseyi eğmeden (başkası üstünde tahakküm kurmadan) kendi bireysel yaşam bilmecesini rahatça çözüp kendisini bulması ve gerçekleştirmesiyle,
2- Düşünmek, düşlemek, soru sormak ve düşünüp düşlediğini üretmekten hiçbir zaman vazgeçmemesi ve (öğrenip bilgilenme anlamında) kendisini sürekli yenileyip geliştirmesiyle,
3- Çevresi, toplumu, yaşadığı gezegen ve evrenindeki her başka kişiyi, varlığı, kendisi gibi bilip hissederek yaşaması, ötekileştirmemesi, hayatı herkesle paylaşmayı başarabilmesiyle,
4- Yok etme, sömürme, iktidar olma vb. içgüdülerini sürekli törpüleyebilme hatta yok edebilmesi ve her alanda örgütlenip gelebilecek her türlü baskı ve zulme direnme inanç ve kararlılığını yitirmemesiyle,
5- Bir başkasını, yani “öteki” diye öğretilip gösterileni, can kulağıyla dinleyerek anlamaya çalışması ve anlayabilmesiyle,
6-
Hiçbir zaman içtenlik, doğallık ve hoşgörüsünü yitirmemesi, sınırsızlık/eşitlik düşüncesinden an olsun ayrılmamasıyla,
7-
Özgürlük, bağımsızlık, sevgi ve aşktan asla vazgeçmeyip bilim, sanat ve sporu asla terk etmemesi hatta onları bir parçası haline getirmesi, seyahat etme, aşkla sarılıp öpüşüp sevişme, içtenlikle şarkı söyleyip dans etme isteklerini de sürekli kılmasıyla elde edilebileceğini düşündüğüm şey; yani savaşsızlık.
Yani ilk üretilme amacına isyan edip kendisini bambaşka bir biçimde yeniden inşa etmek…
Aynı bağlamda barışa ilişkin “Barış Gelmeli Ama…” başlıklı öyküden hareketle de bir soru sormak isterim. Barışın gelmesi konusunda anlaşan öykü kişileri, sonunda şu çıkarımda bulunuyorlar: Barışın gelmesi için “…öncelikle, hakkını aramak için isyan edenler, hiçbir önkoşul öne sürmeden eylemlerini sona erdirip acilen silahlarını bırakmalı ve devletin koruyucu kollarına teslim olmalılar!” Bu tavır, barışı sağlamak yerine, iktidarın gücünü arttırmak için gerçekleştirilen bir çıkarım gibi okunmuyor mu?
Evet, tam da öyle, “Bu tavır, barışı sağlamak yerine, iktidarın gücünü arttırmak için gerçekleştirilen bir çıkarım.” Bir kurnazlık, devletin “koruyucu” kollarında, sonunun ve sonucunun ne olduğu/olacağı belli olmayan, kuralları ve yasaları karşılıklı anlaşma sonucu konmamış bir sımsıkı kucaklanma; ya da argo tabiriyle “kucağa oturtma”… Kısaca, gasp ve zorla tecavüze giydirilmiş kandırma kılıfı olarak da tarif edebiliriz bunu.
Dinlediğiniz Haberlerden Özetler öyküsünün kitapta son derece mühim bir duruşu olduğu kanısındayım. İki maddelik bu öykü, medyanın duygusuzlaşmasına karşı getirilen enfes bir yorum gibi görünüyor. Görsel ve yazılı basın, gün geçtikçe daha mı duygusuz kalıyor “haberler” karşısında? Bu duygusuzluk, aslında basının tarafgirliğini daha da görünür kılmıyor mu?
Görünen o ki, elinizi nereye atsanız, kollarını inanılmaz ölçüde çoğaltmış, meşhur mu meşhur, “iktidar” sorunu çıkıyor karşımıza. Ne yazık ki bu ürkütücü gerçeklik, görsel ve yazılı basın için de geçerli. Gezegenimizdeki sanayileşme serüveni, geçmiş dönemlerde, uluslaşma/millileşme süreçlerine ait (içinde, sömürü, katliam, soykırım ve köleleştirme yaralarını da taşıyan) iç ve dış savaşlarla şekillenip oluşarak, ismine “sınır” denilen görünmez duvarlar, silahlı kontrol noktaları ya da (haritalarda gözüktüğü biçimde) bazen eğri büğrü, bazen dümdüz uzanan, aralıklı küçük çizgilerin ardına saklanmıştı. Günümüzdeyse uluslaşma/millileşme hastalığını büyük ölçüde aşıp dünyalılaşmayı seçen, yepyeni bir sermaye yapısıyla kurulmakta olan bambaşka bir dünya ile baş başayız. Bu yapı, geçmişte yarattığı (sömürü, katliam, soykırım ve köleleştirme) deneyimlerini de atlamayıp gerektiğinde hiç çekinmeden yeniden kullanarak, “yöneten” olmayı sürdürüyor. Bu süreçlerde de toplumsal yapıyı, ekonomik, sosyolojik, psikolojik bakımdan, (her mekânı kendi koşullarına göre) değişim ve tek tipleştirme (üniformalılaştırma) serüvenlerine zorlamaktan da kaçınmıyor. Tek tipleşme, yani üniformalılaştırılma da kendi içerisinde oldukça saf olarak bulunan, “duygusuzlaşma-vicdansızlaşma-bencilleşmeyi” de beraberinde taşıyıp sürüklüyor homo sapiens’lere. Ve elbette, bu değişim ve dönüşümden (maalesef sınırlı sayıdaki basın olma ciddiyetini hâlâ onurla taşıyan dürüst yapılar hariç) yazılı ve görsel basın da nasibini alıp son hızla kanserleşiyor. Hiçleştirme, (yanlılıktan öte) basını da kendi linç gemlerine tutsak edip araçlaştırıyor ne yazık ki.
Röportajın bütününden ayrıksı duracak özel bir durum daha var kanımca: Fotoğraf öyküsündeki “ince hastalık” tanımlamasının ne anlama geldiğinin açıklanması. Oysa çok da uzak olmayan geçmişte ince hastalığın ne manaya gelebileceğini herkes bilirdi. Bu açıklama zorunluluğu veya isteğinin diyelim, sebebi nedir? Dile, söyleme, söze ilişkin bazı şeylerin unutulduğunu mu hatırlatmayı dilediniz?
Aslında sorunuz yanıtını da içinde taşıyor; evet acı, ama öyle. Daha önce de küçük çaplarda denenmiş, “geçmişe bağlılığını haykırarak, geçmişi yok etme” barbarlığını ilke edinmiş yepyeni bir emperyalist stratejiyle karşı karşıyayız aslında. Dilerseniz, işte tam burada, yaşadığım bir olayı aktarayım size. Sanırım bir öğrenim mekânı, şiirden, müzikten, dilden söz ediyorum; bir öğrenci söz isteyip dedi ki: “Yaşantımı otuz, kırk, bilemediniz elli sözcükle yürütebiliyorum; niye sözcük haznemi büyütüp genişletip beynimi yorayım ki?” Nedenini, dilim yettiğince anlatmaya çalıştım o an; ama ikna edebildiğimi sanmıyorum. Çünkü: geçmişte, “kırk kişide bir/iki kişi” olarak beliren bu düşünce tarzı, giderek, “kırk kişide otuz kişi”ye çıktı günümüzde. Bu da şuna işaret ediyor galiba: “sistem” tarafından her türlü olanakla yoğun biçimde uygulanan, unutturma stratejisi, ne yazık ki tutmuş (yani tutturulmuş). Bu stratejik saldırıya karşı da biz sanatçıların yapabileceği tek direnme yolu ya da yöntemiyse yazmak, söylemek ve inatla anımsatmak, anımsatmak, anımsatmak; o kadar…
OKURYAZAR.TV
Oğuzhan Çağan
27 Kasım 2015
|
|
|
Fergun Özelli Söyleşisi / Asuman Susam
|
Şair Fergun Özelli’nin Can Yayınlarından çıkan öykü kitabı Sarhoş Kapı üzerine söyleştik.
Edebiyatta türler arası geçirgenlikler olduğu gibi türler arası geçişlere de çok rastlanır. Fergun Özelli'nin öyküye yönelmesi nasıl oldu? Duyuşta, bakışta, hissedişte nasıl bir başkalık seni öykü yazmaya itti?
Aslında itiraf edip kurtulayım. İlk yazdığım metinler,1969-1973 yıllarına ait ve hepsi de öykü diye karalanmış berbat metinler. O yaştaki aklımla Son Havadis gazetesi öykü yarışmasına bile katılmışım; çılgınlığı düşün . Üstelik 19.04.1972 tarihli Son Havadis’te, “Hüso” isimli öykü denemem, matah bir metinmiş gibi ilk elemeyi geçenler içinde de yayınlanmış. Sonra da (o zamanlar Demokrat İzmir gazetesinde de yazan) Çağatay Özcan Kokulu ağabeyin yönlendirmesiyle öyküyle aramdaki cılız ipi (yazma anlamında) “pıt!” diye koparmışım. Koparmışım ama yetmişli yılların o saflık, içtenlik ve aşkla dolu, ama devrime ulaşamayan devrimci günlerinde, deliler gibi şiir kitabı okurken, öykü ve öykücüleri de asla göz ardı etmemişim. Turgut Uyar, Edip Cansever, Ülkü Tamer, Attila İlhan, Ataol Behramoğlu, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Ece Ayhan, Gülten Akın, Cemal Süreya, Hilmi Yavuz ve Nazım Hikmet şiirlerini okumanın yanına, Sait Faik, Oktay Akbal, Necati Cumalı, Sabahattin Ali, Füruzan, Bekir Yıldız, Erdal Öz, Haldun Taner, Leyla Erbil, Sevim Burak, Selim İleri, Ayşe Kilimci, Nazlı Eray, Jack London, Puşkin, Edgar Allan Poe öykü okumalarını da eklemişim. Tüm bunların yanına da Çağlayan Yayınları’nın Yeni Dünyalarda dizisindeki (A. Kahraman ve Necati Kanatsız çevirisi) bilim kurgu romanlarıyla Yaşar Kemal, Yaman Koray, Adalet Ağaoğlu, Selim İleri, Maksim Gorki, Şolohov, Zola, Ostorovski, Gladkov, Jack London romanlarını okumayı da sürdürmüşüm. Sürdürmüşüm ama birkaç karalama dışında öyküye hiç yönelmemişim. Ta ki, Metin Eloğlu’nun “İstanbullu” isimli öykü kitabını okuduğum 2009 yılının Ağustos ya da Eylül ayına kadar… İşte tam orada, tabiri caizse, kıskançlığım tutmuş . Kendi kendime, “Bir öykü kitabım bile yok?” diye kederlenmiş ve şiirin yanında öyküyü de düşünüp düşlemeye, yazıp karalamaya başlamışım. Başlayış o başlayış… Evet, klasik bir yanıt gibi görünse de şu bir gerçek: bazen dizeler yetmeyebiliyor içinizi döküp saçmaya. Ya da bir başka deyişle, o içinizi döküp saçmanıza yarayacak içtenlikteki dizelere, ne kadar uğraşıp didinseniz de ulaşamamak gibi bir boşlukla karşı karşıya kalıyorsunuz. O zaman da şiirin yerini, şiiri de içinde barındıran metinler alıveriyor sizi hayata bağlayan.
Bilirsin, daha önce, Kilitli Defter isimli yazma serüvenimde de metin şiir olarak “arz-ı endam” etmişti sözcükler ve cümleler. Günümüze kadar da yeni bir metin şiir kitabı bütünlüğünü sırtlayabilecek olgunlukta ama sınırlı bir biçimde sürdürdü bu “arz-ı endam” etmeleri. Şu an düşünüyorum, belki de o metinlerdir, şiirlerimin bir kısmında gizli olan öyküleri ve daha başkalarını görünür olmaya zorlayan; kim bilir.
Aslında, ta 1980’lerden beri, inatla, sanatların birlikteliğinden yana olmuşum. “Şiir, fotoğraf, resim, sinema, tiyatro, müzik, karikatür, yontu, deneme, inceleme, günce, öykü hatta romanla bile yan yana gelse ne güzel olur” diye düşünmüşüm hep. Belki de işte bu düşünmelerin arasından sıyrılıp geldi Sarhoş Kapı’daki öykü ve öykücükler ve ne garip, hâlâ da gelmeyi sürdürüyorlar.
Tam burada, (şiire olan alışkanlığımdan mı nedir) öykünün (yazmak anlamında) oldukça zor ama keyifli bir alan olduğunu da belirtmeliyim. Çünkü şiir, bir an gelir ve kendisini zorla yazdırıverir size. Öykü öyle değil, oldukça yapışkan ve belalı bir dert. Eğer bu dertle yakınlaşmaya başlamışsanız, kendiniz, çevreniz ve dünyanıza, “Evet, işte bu! Bu öykü olur!” diyerek bakmaya başlıyorsunuz; gözlüğünüz birdenbire değişiyor.
Ancak kesin olan şu: yazdığım metinler (şiir, öykü, düzyazı vb.) ya da çizip boyadığım resimlerle ilgili, (o ne olduğuna bir türlü anlam veremediğim) iç sesim, (gerine, gerine) “İşte oldu, tamamdır!” dediğinde, “Yazmak yalnızlığın tadına varmaktır.” diye mırıldanır buluyorum kendimi… Hem de o bambaşka renkler ve notalar arasındaki sessizlik müziğinin yanında, belki bir fincan kahve ya da bir bardak demli çay eşliğinde.
Görmediğim ve bilmediğimle görülmesi ve bilinmesi engellenenleri keşfetmeyi seviyorum.
Şiirini bilenler kuyumcu titizliğini de bilirler. Şiirinin dil oyunlarına ve deneyin alanına açık bir yanının olduğunu da... Bunu öyküye de taşımışsın utangaçça da olsa. Ne dersin? Dille öykünün alanında nasıl bir oyun kurdu Fergun Özelli?
Öncelikle, Sait Faik, Leyla Erbil, Sevim Burak, Erdal Öz, Bilge Karasu, Necati Tosuner, Eduardo Galeano, Ursula K. Le Guin okumuş ve onları çok sevmiş birinin dil oyunlarını ve deneyseli reddetmesinin olanaksız olduğunu belirtmem gerek.
Evet, senin de söylediğin gibi (reddetmemin nedense olanaksız olduğu) dil oyunlarıyla deneyseli, elimden geldiğince “şiir ülke”de değerlendirmeye çalışıyorum. Görmediğim ve bilmediğimle görülmesi ve bilinmesi engellenenleri keşfetmeyi seviyorum. Yaşamadıklarımla yaşatılmayanları yaşamaya çabalıyorum.
Bilirsin, “şiir ülke”de imgeler, sözcükler, cümleler, cümle olmayanlar, akıp yazdırır kendisini yazana; bir metin doğar. Bu metin, doğduğu yerde, bir kâğıt parçasında ya da sanal ekranda bekler (bazen kısa, bazen uzun) bir süre. Sonra da defalarca okunup boşluğa bulaşır. İşte o boşluğa bulaşan ses, akıp gitmeli, ürpertmelidir beni. Akıp gitmez ve ürpertmezse, silinip gider zaten doğduğu yerden. Ama o akıp giden ve ürperten, (bence) doğmayı hak eden metinse, yeni giysiler giymeye, görsel oyunlar oynamaya, çeşitli sanat dallarıyla el ele tutuşmaya, en önemlisi, kendisini başkalarıyla da paylaşmaya hazırdır artık. O an, olmaya/olgunlaşmaya doğru giden bir süreç başlayıverir… Köklerini yitirmeden, birleşip ayrışıp yeniden ama yeni bir şey olup birleşerek, çoklaşıp çoklulaşarak, her zaman daha yeni, daha değişik ve yapılmamışa giden bir süreçtir bu süreç; ama hep samimiyet, şeffaflık ve içtenlikle el ele.
“Şiir ülke”de olup biten tüm bu olaylar sanırım kendiliğinden “öykü ülke”ye de yansımış galiba. Eh, denemeden, yeniye ulaşılmaz ki …
Duyarlılığı yüksek öyküler Sarhoş Kapı'nın öyküleri. Gündelik hayat hay huyundan kaçırılmış ya da ondan kurtarılmış anlar toplamı gibi duruyorlar. Yazar da sanki anlar toplayıcısı, an avcısı... Ne diyeceksin? Bir olayın, durumun, anın öyküsünü hayattan nasıl çıkarıyorsun? Başka bir deyişle öykünün kokusunu nasıl alıyorsun?
Sanıyorum, “Hiç durmadan akıp giden görüntüler dünyasında yaşıyoruz.” diye bir cümle kursam, pek de yalan söylemiş olmam. Ayrıca, ismine gün, ay, yıl, saat, dakika, saniye, salise dediğimiz “an”lardan oluşan, ne olduğunu pek de bilemediğimiz “zaman” kavramının içinde ve onun, “sabah, öğle, akşam” diye isimlendirdiğimiz bölümlerinde, hiç kesilmeyen bir “görüntü yağmuru” ya da daha doğru bir deyişle “görüntü bombardımanı” altında tutulmakta olduğumuzu da bir kenara not düşmem gerekli gibi geliyor bana. Son olarak da, kurduğum cümle ve kenarına düştüğüm notun yamacına, “okumaktan çok, görmekle anlayabilen bir canlı türü” olduğumuz kanımı da eklersem hiç de fena olmaz.
Geçmiş ya da yakın tarihlerde, az önce sözünü ettiğim “görüntü bombardımanı”, daha doğal, daha içten, daha dar bir alandaydı kanımca. Ama günümüz dünyasında maruz kaldığımız ve ne yazık ki gelecekte de (bilip yaşadığımız gündelik hayatta, çok farklı bir değişim/dönüşüm gerçekleşmedikçe) çok daha ağır bir şiddetle maruz kalacağımızı düşündüğüm “görüntü bombardımanı” hiç de doğal ve içten değil; üstelik kapsama alanı da ne yazık ki yüzde yüz. Ve yaşayan “sistem” gereği, aldatma, perdeleme, sürüleştirme vb. iktidar stratejisi öngörülerine yönelik toplumsal algı planlaması unsurlarını da tıka basa içinde taşıyor.
Bizler ve her şey, “yaşamak” deyip geçtiğimiz, “ömür” diye de (istemeden de olsa) sınırladığımız bir süreç içinde, üretilmiş ya da ürettiğimiz madde ve mekânları, yaratılmış ya da yarattığımız canlı/cansızları, kendimiz ve başkalarını, bazen neşe, bazen hayret, bazen de öfkeyle görüp tozu dumana katarak, durmadan koşuyoruz; hedef neyse, neresiyse... Sonra da yaşamış ve yaşayan herkesin, oldukça büyük bir yüzdeyle, hiç sorgulamadan yinelediği bu eylemi, “hayat” diye tanımlıyoruz. İşte anlatmaya çalıştığım bu “hayat” kavramının tam da ortalık yerinde, hatta her tarafında, ismine “hız” denilmiş oldukça önemli bir kavram var. Ve bu “hız” kavramı, dünyayı sarıp sarmalamış, sarıp sarmalama araçlarını da birbirine sıkıca kilitleyerek dünyayı işgal etmiş “kapitalist uygarlığın” olmazsa olmazı… Çünkü hız artmadan kazanç artmıyor, gönüllü ya da gönülsüz kölelerin emir alması alabildiğine güçleşiyor. İşte bu bilgi de kapitalistler ve dini/askeri sınıflarca, uzun yıllar, farklı sınırlar içinde, farklı bayraklar, farklı inanç ve ideolojiler altında, sınana denene, çok iyi anlaşılıp içselleştirilmiş.
Evet, “hız”, hayatımızın asla terk edemeyeceğimiz bir parçası artık; bu kesin. Ama tam da burada şu gerçekliği unutmamak gerekiyor: hızla döndürülen nesnelerde ve hızlanma gücü oldukça yükseltilmiş ulaşım araçlarında (şoför/kaptan ve hatta yolcular için) “hız” ne kadar arttırılırsa, tüm görüntü ve gerçeklikler de o oranda eriyip yok olur. İşte bu eriyip yok olma da tekleşme, şeyleşme, hiçleşme ve renksizleşmeyi taşıyıp getirir beraberinde; bir çeşit askerileşmedir de bu. Ya da daha ayrıntılı biçimde söylersem, kişinin, sürekli korku, panik ve güvensizlik ortamında olduğunu kendi içinde içselleştirmesi, kendisine olan güvenini tümden yitirmesi, başkaları tarafından (yani, her şeyi bilen, kutsal ve erişilmez yöneticilerce) yönlendirilmeye alışması ve emir almadan, değil olduğu yerden bir başka yere adım atma, parmağını bile oynatamaması durumudur.
O zaman da, bu tekleşen, hiçleşen, şeyleşen ve renksizleşeni arayıp bulmak, yakından görüp tanıyıp bilmek için, büyüteç, dürbün, teleskop, mikroskop, ultrasonografi, MR (emar) ya da Pozitron Emisyon Tomogrofisi (PET/BT-CT) gibi nükleer tıp araçlarına ihtiyaç duyulur. Onlarla da artık görünmez olan ya da olanların hem yüzeysel hem de ayrıntılı fotoğraflarına ulaşılır ve böylelikle de “görmek/görebilmek” gerçekleşir. Ulaşılan fotoğraflarla önümüze gelen “şey”ler, gerçekliğin tutuklanmış “an”larıdır. Bu “an”lardan patolojik raporlara geçilir yavaşça. Patoloji raporlarının da biyoloji, fizik, kimya, matematik, astronomi, arkeoloji, sosyoloji, psikoloji vb. yorumlamalarına açılan daha geniş kapılar olacağı kesindir.
Kısa ve çok kısa öykü de böyle bir şey kanımca. Ve ben de sanırım bunu yapıyor ya da yapmaya çalışıyorum. Öykünün kokusuna gelince, inan, (garip bir şey ama) ansızın hissettiriveriyor kendisini ve “ben şiir değil öyküyüm; buradayım!” deyiveriyor işte. Ama o deyişi de zaman içinde ayırt ettiğimi/ayırt etmeyi öğrendiğimi de buraya not düşmem gerek. Alışkanlıklardan kopmak biraz emek, biraz zaman istiyor. Sanırım şiirimde de, özel hayatımda da bu çift seslilik var, hatta belki de çok seslilik desem daha doğru; demek ki öyküme de yapışmış.
Sarhoş Kapı, çift sesli bir kitap gibi geldi bana. Hem konu seçimiyle hem öykülerde tercih edilen dil kurgusuna dair değişimiyle. İroninin kullanımından, sert politik aşındırmalara, imbatlı dokunaklı temaslara; şenlikli yaşama sevinçlerinden radikal kafa tutmalara bir gidip bir gelen öyküler, kitabın tonunu da belirlemiş. Orada da bir çift seslilik var. Melankoli ve neşe, inat ve kabul, karamsarlık ve umut gerilimleri alttan alta sezdirilmiş metinlerde. İnsanın tıpkı hayat gibi diyesi geliyor. Bu bilinçli bir tercih miydi senin için?
Şöyle yanıtlayayım sevgili Asuman: onca yıldır süren (bazen şiir, bazen düz yazı, bazen öykü şeklindeki) metinler oluşturma serüvenimde, bu sorunda geçen “İnsanın tıpkı hayat gibi diyesi geliyor.” cümlen bile, sanırım, “hayat” denilen şeyi bir ucundan da olsa yakalayabildiğimi gösteriyor galiba. Dolayısıyla, bu “yakalayabilme” eylemini gerçekleştirebilmiş olmak da oldukça mutlu etti beni dersem yalan söylemiş olmam. Ama bu “yakalama” bir yandan mutluluk verse bile, bir yandan da oldukça riskli ve tehlikeli bir şey aslında. Çünkü: (neyse ve nedense) hayat dediğimiz şey, oldukçanın da ötesinde riskli ve tehlikeli; üstelik rastlantılara da çok fazla bağlı ya da bağımlı olduğunu düşünmüyorum. Ben (ya da biz), işte bu oldukçanın da ötesinde büyük risk ve tehlikenin yanına bir de düşleyip düşündüğümü(zü), yaşayıp gözlediğimi(zi), hissedip fark ettiğimi(zi) yazıp çizip söyleyerek bir başka büyük tehlike daha koyuyoru(z)m. Sonra da görünürdeki “sır” sisinin içine, sis farım(ız) bile olmadan tüm saydamlığım(ız)la dalıyor ve “Buradayım!” diyoru(z)m. Belki de bu biçim bir eylemlilikle, kendim(iz)ce “dünyalı” ve “insan” olmaya, bu olmaları aşmaya ve ne olduğumu(z)u bulmaya çabalıyoru(z)m. Tüm bunları yapıp yaşarken de asla geri adım atmıyor ya da atamıyorum(z). Adımlarım(ız) önceden kurgulanmış ya da süreç içinde kendi kendini kurgulamakta sanki. Kendim(iz)le, içinde yaşadığım(ız) mekânlar ve yaşam formlarıyla yüzleşerek, “kendim(iz)” olmaya ya da (herhangi bir iktidar anlamı ve unsuru taşımayan, onu kesinlikle reddeden bir biçimde) “kendimi(zi)” fark etmeye çalışırken, iyiden iyiye yalnızlaşıyoru(z)m ne yazık ki. Ama bu yalnızlaşmak (ya da bir başka biçimde çoğalmak), yukarıda değindiğim “Yazmak yalnızlığın tadına varmaktır.” cümlesindeki yalnızlık gibi olmuyor elbette. Bir çeşit toplumsal ötekileştirme ve yan yana olmaktan özenle kaçınılma olarak yaşanıyor birçoğumuzda. Tıpkı bilim/sanat insanlarıyla bilim ve sanatla asla ilgilenmeyen (hatta daha da ileri gidersem) ilgilenmesi engellenen insanların, (o çığ gibi büyümekte olan) birbirinden son hızla uzaklaşması gibi.
İşte yukarıda anlatmaya çalıştığım bu “hayat” içinde de sadece yazmak ve düşünmek eylemi yok elbette. Hiç durmadan sürüp giden bir akışın getirdiği ayakta kalabilme ya da yok olma sürecinin bireye dayattığı, özyönetim/öz savunma zorunlulukları var. Yine bizlere sorulmadan dayatılan toplumsal yapılar içindeki sınır-sınıf-cinsiyet, tabu-tapu-totem ilişkileriyle iç içe, yan yana yaşama, paylaşma/paylaştırma çabalamaları ve inatlaşmaları var. Ayrıca, tüm bunlardan bunalıp her şeye boş verme, aklı (bir süreliğine bile olsa) kızağa çekme, boşaltma, bir şeylere, bir yerlere sığınma, yitme, ıssızlaşma dönemleri de var. Çünkü: insanın her an, hep aynı şekilde kalması çok zor, bu hayat denilen şeyde. Gövdemiz dediğimiz o “varlık, doğumdan ölüme, sürekli bir sürtünme ve aşınma eylemliliği içinde. Yazar ya da sanatçı ise, nedense diğer (işlenip değerlendirilmemiş bellek kasası) insanlardan farklı olarak, günlük tutup an tutuklayan biri aslında; ölümünü de günlükler oluşturarak bilinçle gerçekleştirip yaşamakta. Belki de bu yüzden, yazarlar ya da sanatçılar, yaşadıkları dönemlere ait, “önce/şimdi/sonra” süreçlerinde ne olduğunu, ne olacağını bilip sezmekteler; hatta (biraz iddialı olacak ama) ne zaman yiteceklerini bile.
İşte bu anlamda, yazdıklarımın “bilinçli bir tercih” olup olmadığı sorusuna vereceğim yanıtta da kararsızım şu an; ama “bilinçli bir tercih” olmadığı gerçeği, sanırım daha ağır basıyor düşüncemde. Çünkü: yaşayıp gözlediğimi, bilip öğrendiğimi ve hissedip düşlediğimi yazdım hep. Her öykü, içtenlikle söylenmiş bir bozlak ya da jazz/blues tadı bıraksın istedim okuyanda; o kadar.
Dile gelince… Sanırım şiirimde de, özel hayatımda da bu çift seslilik var, hatta belki de çok seslilik desem daha doğru; demek ki öyküme de yapışmış. Ne yapayım çokluluğu seviyorum hep; elimde değil. Zaten doğa da öyle değil mi? Örneğin bir ormanda görüp, “yeşil” diye tanımladığımız rengin yüzlerce (hatta belki de daha fazla) tonu yaşamıyor mu? Aslına bakarsak bu tanımlama/tanımlanma olayı da çok kötü; çünkü tanımlanan şey aynı kalmıyor, her şey gibi o da değişiyor zaman içinde. Biz de o değişeni, tanımlanma dönemindeki biçimiyle dondurup bir de bizi biçimlendirmesiyle biçimlenip o biçimlenmeden kurtulmak için kan ter içinde durmadan uğraşıyoruz. “Evet, çift seslilik; evet, çok seslilik!” diyorum yine. Bu, elbette trajik olanı ıskalamadan, Ece Ayhan’ın deyişiyle, “sıkı şiir” olmaya çabalamak ve öyküyle “kıpırdanmak” belki de.
İzninle, sevgili Birsen Ferahlı’nın (şiir için de yinelenebilecek) bir sözünü anımsadığım kadarıyla aktararak özetleyeyim derdimi: “Öykü, yazarına benzer; onu, olduğu gibi yansıtır gövdesinde.”
Galiba, bütün olup biten de bu işte. |
|
|
FERGUN ÖZELLİ ŞİİRİNİN DÜNYAYA BIRAKTIĞI ‘DİL İZİ’:
NARİN ZEHİR
|
Son yıllarda dergiler için bol malzeme çıkartan ve toptancı yaklaşımlarla Türkiyedeki şiir tarihini özetleme özelliğini de içinde barındıran soruşturmaların, tartışmaların, başında şairlerin onarlı yıllara yerleştirilerek değerlendirilmesi geliyor. Hem geleneğe hem şaire 70’lerin 80’lerin, 90’ların kutucuklarının içinden bakılması bir ölçüde yazanı da yazılanı da erken yargılamak oluyor. Şiir de zaman da bulana dalgalana kendi sürekliliği içinde akmayı sürdürürken dünyayla, doğayla, zamanla, insanla, toplumla… şairin etkileşimi sürerken bölüklere ayırdığımız şairleri askeri bir mantıkla değerlendirmek, şiire bu tanımların içinden bakmak hele de tasviye önerileriyle ortaya atılmak eksik ve yan(lı)ş bir çaba gibi geliyor.
Her sanatçı kendi biricikliğinin içinden hayata bakıp kendini ve şiirini dönüştürürken elbette ve hiç şüphesiz aldığı yol kadar ve sözünün kuvveti kadar tarihe izini bırakacaktır. O izleri sezmek, koklamak, görmek kısaca onun yolda bıraktığı kerterizleri keşfetmek ve öncekinin bıraktığı yerden kendi yorumuyla yürümek bir ölçüde bir geleneğin sürdürücüsü olmak anlamını taşımaz mı?
80 kuşağı içinde anılan bir isim olan; ama şiir ilkeleriyle ve oluşturduğu şiirin biricikliğiyle ‘kuşak’ tanımlamalarının dışında ve ötesinde bir şiiri yaşatma iddiasında olan şairlerden biri de Fergun Özelli’dir.
Sanat dili gündeliğin dışında; sokaktan, gündelikten beslense de onun başka bir şeye dönüşmüş hali olarak karşımıza çıkar. Şiir her şeyden önce dildir. Dilin zihinle sevişmesinden doğan bir haz nesnesidir bir yanıyla şiir. Bir yanıyla da uyandığı tarih havuzunda, belleğin derinliklerinde derinlik sarhoşluğuna düşmeden derinlik’le yapılan yıkıcı bir dans’tır.
Fergun Özelli şiiri, her şeyden önce dilinin ‘narin’, ‘naif’ kıvraklığıyla zihninin ‘zehri’ ni dengelemeyi başarmış bir şiir olarak çıkıyor karşımıza. ”akan sular: taş ustaları” değişindeki gibi zamanı yontan bir dil ustası olmayı amaçlamış bir şairle karşılaştığınızı ‘narin zehir’le ve Özelli şiiriyle ilk kez buluşuyor olsanız da anlayabiliyorsunuz.
Bırakıp gelir, bırakıp giderim ya anlam yıkan anıları
Tarih neden kezzap kokusuyla gezer gariban hayatları
‘narin zehir’in öznesi, acımasız zamanla sonucunu bile bile düelloya giren, hatta zamanı bu anlamda kışkırtan bir öznedir. Ondan hesap soran, onunla tartışan, ona başkaldıran… Zaman zaman romantik bir naiflikle geçen zamana ‘özlem’ niteliğine dönüşen serzenişlerin temelinde tarihselden yana tavrını koymuş bilinçli bir öznenin “Duralım bakalım! N’oluyoruz!?” hali de vardır. ‘yenidünyadüzeni’ aldatmacasıyla doğanın doğa olmaktan ,insanın insanlıktan çıkarılmasının çaresiz öfkesi, ‘geçip giden zamana ağıt’ vardır bu şiirlerde; çünkü bozulup gidenin bir daha, daha iyiye evrilerek dönüşünden ümidi de yoktur. Çoğu sanatçı için zaman büyülü, vazgeçilmez izleklerden biri olmuştur, karşıtını içinde barındıran ölüm gibi. Felsefi anlamda varoluş sorununun ikiz kardeşi olarak türlü metaforlarla karşımıza çıkmaktadır. Bu şiirlerde ‘zaman’ soyut felsefi bir izlek olarak değil ‘çağ’, ‘devir’ anlamıyla daha çok sorgulanmaktadır. ‘şimdiki zaman’dan şikayet, ‘geçmişin güzel günleri’ne özlem, ‘bitip giden ve yakalanmayacak olanın yas’ı olarak ‘zaman bu şiirlerde deşilir. tarih binlerce kez binlerce kişiyle yazılmıştır toprağa/su fotoğraf çekmiş ağaçlar çerçevelemiş ateş bakmıştır/insanlar hep yürüyüp giderken hep ardına bakmadan… Zamanın tarihsel akışı bu bağlamda sorgulanır çokça. Hatta denebilir ki yapıtı oluşturan hemen her şiir böyle bir derdin odağında temalarını biçimlendirir. Giderek kötüleyen bu çağda tüm olan bitenin sorumlusu ödevini eksik yapmış ‘insan’lardır.
Soluk soluğa terk ediyorum kahramanlar sarayını/koynuna sığındığım uygar uçak, kahkahayla yırttıkça/ bulutları, çürümüş ruhların kokusu sarıyor karanlığı/ tekrarın tekrarını yaşadığım bu ülkede,ne demeli, geldi/ de geçiyor gökyüzünü kulaçlama zamanı
Doğayla güçlü bir bağı vardır bu şiirlerin. Ancak bu bağ her şiirde ‘doğa’nın kendisini merkeze koyan bir bağ değildir. Daha çok öznenin, dünyanın, düzenin hallerini anlatmanın güçlü, çekici ve etkili bir aracıdır. Çoğu benzetme, eğretileme doğadan insana aktarmalar yoluyla gerçekleştirilir. Bu açıdan bakıldığında utangaç; ama süslü bir genç kız hali vardır bu şiirlerin dilinde. Taze açılmış gonca bahar…İnceltilmiş ‘narin’ bir duyarlığın taze esintileriyle gelir bu dil gönülevimize. Bazen şiirin ritmini bazen de okurun zihnini zorlama pahasına… ulema imge’ler, yalnızlığa yığılıp kalan güneş,hayal kırıklıklarıyla kaplı pamuk yorganlar,saçın ak düşmüş gencecik gitar, kekeme şarkılarla gelen deli poyraz,çocukluğu ayaz ayaz kırıştıran zemheri vapurları,iki salkım düş,kadınhan’ıyla öpüşen nazlı yağmur, taze yurtta sözcük açan çimçiçek çocuklar,tohum gözlü bulutlar, acemi tütünler,…
Özelli şiiri, dilinin kurgusu itibari ile paradokslardan beslenen bir şiirdir aynı zamanda. Söyleyişiyle kimi zaman sizi ve zihninizi zorlarken öyle bir yerde, öyle bir biçimde kendini durdurur ki işte oradan naiflik fışkırır. Onu, okuru şiirden kopma noktasına getirecek tehlikeden de işte bu naiflik kurtarır. Bu şiir gücünü büyük ölçüde bu paradoksal dengeden alır.
Şiirin dil ustalığı olduğuna inanmış bir şairdir Özelli. Onun için son derece zengin sözcük dağarcığıyla, şaşırtıcı imgelerle, sözcük ve zeka oyunlarıyla, karşıtlıklarla, uzak ve yakın anlam çağrışımlarını kullandığı sözcüklerle, mecaz oyunlarıyla rengarenk bir dil karnavalıdır şiiri aynı zamanda. Bu nedenle de eğlendirir de sizi. Hayatla, şiirle, dille kurduğu küçük hınzır oyunlarına sizi de katmayı başaran bir şairdir o. Sözcükleri birbirleriyle harmanlamayı, yeni sözcükler elde etmeyi sever şair. Bunu gerçekleştirirken çoklukla sözcüklerin sessel çağrışımlarından yararlanmayı seçer. Belki dili en çok böylelikle kendi kıldığını hisseder. Onun olmuş sözcüklerdir bu yeni sözcükler: gülleme, çimçiçek,çokucuk,kansalak,aşkrevan,düşdelen…
Gündeliğin nesnelerini ve pratiklerini şiirine şiirini kichleştirmeden taşımayı başaran biridir de aynı zamanda….aymışın sandım dallarım ürperince, iyi ki kalktı sutyen sisi/tomurcuk güllerle yanımdasın,sırra kadem bassa da aşk, delirmek işten değil çöplük içimizde,kuluncuna yel girmiş kudretli kadavra,kontörler birer birer tükeniyor ömür çantasında… Konuşma dilinin olanaklarını kurmacaların en soyutu olan şiirin diline tercüme etmeyi başarmış bir bilinçtir karşımızdaki. Bu dil karnavalı içinden tarihsel- eleştirel söylemini, poetik, ideolojik, etik derdini ‘narin kadeh’teki ‘yeşil zehir’ olarak okuruna sunar. Sonuçta sanat zehriyle sulayarak cennet uykusu sandığımız gaflet uykularından bizi cehennemimize uyandırmak için vardır. Sonsuz döngü içindeki yabanlığımızı, yalnızlığımızı bize duyurmak için bir provakatördür. Göze alan için cehennemden kaçış yoktur, uykuyu sevenler için ninni, masal çok!
Ey kâinat, beni kutsa!/ anladım önemli değilim/ taştan ya da karıncadan/ peki, ya bu hafıza… ya bu hafıza?
Özelli şiirini seçtiyseniz hayatı seçmek konusunda, aymak, bellekle, tarihle, zamanla yüzleşmek konusunda bir provakasyonla karşı karşıyasınız demektir! Bu şiir, naylondan çağa, robotlaşmış insanlara inat; hayatın, doğanın, insanın saf halini bıkıp usanmadan aramaya, bulduğunu kaybetmemeye, var olanı korumaya adanmış bir hayattan fışkırır çünkü.
ah! Ulema imgeler, yetişin, üşüşün
süzüleyim akıp duran gül suyuna
görünmez camlarını kıracağım koca evren
küçücük kırmızı bir gül takacağım sonsuzuma!
Sanatın kaynağında ölüme itiraz , dolayısıyla mutlak olanın iktidarına bir başkaldırı söz konusudur. Bozguncudur bu yüzden sanatçılar, düzen karşıtıdırlar. Yabanıl ve yalnızdırlar. Sürgündeki ruhturlar ve cehennemi yaşarlar. Bu yolda sonsuza kalma, ölümü yenme sanattaki kalıcılıkla olacaktır elbet. Bu ruhun cehenneminden kurtulması ve özgür olması demektir. Sanatçı son noktaya kadar bunun için çabalar; zamanın yargıçlığına güvenmekten başka çaresi de yok gibidir. Saf şiirin peşinde koşup, incelip, kendini damıtıp gülün suyuna karışıp sonsuza bir gül olmak…şairin dileği budur.
Söz düştü sesime, yapıştı…Kurtulmak için, sesi söz’lemek gerek. Şair de dünyaya dair ve dahi ona karşı sözü olan değil midir ki? uzaklar yakın değildi/ sesler seslere kavuşmazsa…O ürküten yalnızlıktan insan sıcağına köprüler kurmanın bir yolu olmalıydı şiir. Sese dönüşen söz uzakları yakın etmenin bir yolu değimliydi ki? Ah! Sabır ağacım, şiirim…Umudu kesmeme, dünyanın kirine pasına dayanabilme yolu değilse şiir neydi? Şairin derdi evrende bir ‘dil izi’ olmak değil miydi ki? Tozdum ya, hayat dolu minicik mana Yırtıldım yeniden ateşi bulmaya İnansanız da inanmasanız da!
İNCELEME:ASUMAN SUSAM |
|
|
FERGUN ÖZELLİ ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER
|
leke |
boynundan öpünce
ince parlak ve beyaz
ürperiyor tir tir
bir salıncaktayım
elimde değil
şiirden işe
işten şiire
|
zaman ki
bitmeyen bilmece
geçmişim düşlerim
o sonsuz dehlizinde
ya bu gövde
bu küçük ada
çırılçıplak
perdesi yok denizi de |
yapışır usulca çıkmaz
bu leke çıkmaz
dudağından öpünce |
|
elma |
süetle parladı mercek
bastı marşına
ne ay ne güneş
sadece elma
düştü yer/yüzünden
ne varsa ortada
|
altı siyanür -sımsıkı-
üstü altın -kamaşma-
“kılım kıpırdamaz” dedi
taptaze patika
ay aman! öpüştü silecekler
teneke sandıklarla |
kapı, pencere, çifte kilit
tozların ortasında
ezip geçti otları yaprak
lastikler zehir zemberek
yakamoz kırıntısı ya
asfaltta yılan gömleği
çatladı kederinden kemik
elinde kaldı cam vitesi |
|
beş rekât |
tam beş rekât sustum damlacıkta
sustum ve yırttım hilekâr haritaları
geriye, gökyüzüyle sarmaş dolaş
denizler, karalar kaldı
alev kusan iftiralar atlatmış ruh gemim
örümcek ağlarını yırtarak yanaştı dağlara
soykırım sonrası iman ettiğim sonrasız gonca
iskeletime üfleyip dimdik ayağa kaldırdı rüyamı
sazlarını sevinçle çingenelere veren göller
esrarlı öpücükleriyle örttü yaralarımı
kaç meyhane gezdim, kaç kerhane kapısı
yıkıldı yüzüme hepsi “abdestin bozuk!” diye
|
yol boyu, “su bitince düşünürüz!” suresiyle tespih çekip
zalimler kazansın diye hatim indiren ahmaklarla yüzleştim
çanlar çaldı, minareler çınladı; duyulmadı
her kapının kilidini kolayca açtı mücevherler
kül saçtım, yetmedi; tuz serptim sülüklere
terk edilen vicdandım, parçalanmış merhamet
suların sarıp kumların örttüğü o uzak yurdu arar gibi
yıldızlara baktım hep; şarkılarla, ağlayarak
ah! kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın artık; takmam
begonyadan başka, kimseye vermem elâ gözlerimi
|
|
yalancı
ne uzun bir yalandım
ne uzun bir yalanda gezdim
ne uzun yalanlar dinleyip
ne uzun yalanlar söyledim
bilinsin:
kâtilim ben; kâ-til!
tek bir aşk uğruna
nice aşklar sildi gözlerim |
hasret
o gün evde yoktum; düşlerimle gezmiştim
kapıya bir kirpik bırakıp, gidivermiş gözlerin
|
üzgün
o zamanlar rüzgâr vardı
bir elcik birleşemedik
aşkımız yırtık kağıttı
bir sözcük sevişemedik
ne uçak kalktı ne otobüs
bir gözcük gülüşemedik
sesler yanıp gitti ahizede
bir çaycık seyreşemedik
ömür, kara tutsaktı hep
bir şarkıcık söyleyemedik
|
|
|
buralardan gitmeliyim
gelişim gibi sessiz olmalı gidişim
buralardan gitmeliyim
eşyalarımı, sevdalarımı
silkinip bir kıyıcığa tozlarımı
artık dumanlı bir dağ ardı mı
yoksa yağmurlu bir deniz kıyısı mı
toplayıp satır satır kitaplarımı
buralardan gitmeliyim
kimse su dökmemeli ardımdan
bir tek mendil ağlamamalı
bir tren sesi yitmeli ufuklara
bir sokak köpeği havlamalı
anlaşılmamalı benimle doğanlar
ekmeklerdeki bahar kokusu anlaşılmamalı
bebekler büyüdükçe, ekmekler yenildikçe
anılarla süslü bir eski eşya gibi düşünülmeliyim
bu yeter
gelişim gibi sessiz olmalı gidişim
buralardan gitmeliyim
|
küs
bu nehir nereye çıkar
bu yağmur neyin şarkısı
gençliğimi harcayan hayalet
ufak düşlerle örtmüş
şapka sevmez saçlarımı
çöller çöllere gebe
şehirler kıyamet loğusası
içinde yaşadığım hayali
ipotek etmiş
babamın babasının babası
kızsam kızacak kimse yok
herkes haklı
cahilliğe sığınan gözyaşı
gövdesine sürülmüş ter
ağır ağır döndürüyor dünyayı
bitmiş bir tarihin kıyısındayım
kumsalda iskelet artıkları |
|
aşkıya |
siyatik mi yan yana yürüdüğüm -belki-
göndere çekenler utansın gömleğinden
fakat bu çığ ne yüksek bir çığ
ne dağı var ne karı
cam buğusuyum işte, suyum
yeryüzü masmavi portakal
yalnızlık çeker miyim yörüngede
ah ne güzel tütün sarar
tüfeklerini unutmuş eşkıyalar
kahvelerde pişpirik ve bir yudum çay
köpüğümü kim üfledi uçuruma
şu soyut zamanı yani modayı
çıkarsam üzerimden çıplacık
bemolsüz bir şarkıya başlayacağım
herkes istediği yere çeksin
ıslak pabuçlarımla romatizma, kanyak
|
borusuz sobalar borusuyum üstad
günde kaç paket sigara içer ağaçlar
sakalsız koyunlar keserdim büyükken
kan gözümü parlatınca gelsin pudralar
ben “dj”niz iskelet
bütün parçalarım oturmanız için
kravatımı bağlayamıyorum bir türlü
pink floyd neyi gömdü duvarlara
şakaydı, şakaydı altmış sekiz
vallahi şakaydı
paramparça sularda kıp kırık kahkahalar
söndürün ışıkları, ay doğacak ay
krater kaşlı, tozlu yanaklı, soğuk ay
spiral takıp unuttunuz değil mi?
ben de çöpe attım putlarımı
artık saçlarımı sevmeyeceğim
kitaplar neyime yetmiyor |
- heey! gönüllü ücret kölesi
nereden gidilir esir pazarına?
dışarıda enflasyon, emisyon, promosyon
ve bir sürü son
söndürün ışıkları söndürün
ay doğacak ay
kızlığı milyon kere bozulmuş
kaşarlanmış uluslar
kusacağım kusacağım
iplerim oldu ellerim
ölüler, şehitler soğuk bir rakam
nerede, nerede öpücük vitaminlerim?
dönüşsüz bir bilet ver biletçi
serde aşkıyalık var
yaktım bütün sözlükleri
mezopotamya’da kuşlar
kuşlar |
|
|
nasıl geldim rengi kırık dalgası yırtık bu kıyıya
şarap içtiğim parklarda yoktu ki sesceğizim
yoksul bir şarkıcıya vermiştim ten kumaşımı
mahmur tütün kokusuydum barksız kırağı
yakamadım sokaklarda gönlümün taze çırasını
|
ah! ne annem aydı ne yaptığıma ne babam ışıdı
hayal kırıklarıyla kaplıydı pamuk yorganlar
aşkım, yapışkan kederle savaştı minnacık hayatta
tiner çeken bulutlar yağmur mu verir vermedi
şimşek açtı seller geçti başımdan aşağıya |
çocukluğum ayaz ayaz kırıştı zemheri vapurlarda
kılıçtım ya kendime, dönüp durdum eksenimde
zaman, süslü pulluğuyla sürdü narin gövdemi
saçına ak düşmüş gencecik gitarımla kaldım
kekeme şarkılarla kaldım deli poyraz limanında |
|
|
|
|